Ayrılık Çeşmesi

Ayrılık Çeşmesi, Kudsi Erguner, İletişim Yay., 2010, 220s.

Ayrılık Çeşmesi Bir Neyzenin Yolculuğu, Kudsi Erguner ’in otobiyografi niteliğinde kaleme altığı bir çırpıda okunabilecek açık, sade bir dile yazılmış akıcı bir eser. İster sufi olunsun ister Mevlevilikten uzak, kitabı okuyan herkesin kendini bir ney taksimi dinlerken bulacağına inanıyorum. En azından meraktan bu böyle olacaktır. Ben kendimi, elimde ablamın neyi ses çıkarmaya çalışırken ve bir yandan da yazarın birkaç bestesini dinlerken buldum, o kadar. Yine de ne olursa olsun insanın bilincine bir şekilde bir merak bir neyzenlik işlemiyor değil. Kudsi Erguner, doğumundan çocukluğuna içinde bulunduğu kültür ve medeniyetten oluşturduğu sanat çevresine değinerekten hayat yolculuğunu akıcı bir şekilde anlatıyor.

İlk olarak kitabının isminin nereden geldiğini anlatarak başlıyor. Daha sonra Diyarbakır’da gerçekleşen kolay doğumuna ve oranın adetlerine kısaca değinip İstanbul’da geçen çocukluğunu anlatmaya başlıyor. Yazarımızın çocukluğunu geçirdiği, büyüdüğü, görgüsünü edindiği İstanbul, günümüzden oldukça farklı… Yazarımız çeşitli örneklerle bunu açık bir şekilde kaleme alıyor. Üç kuşaktır neyzen olan ailesini ve kendisinin müzisyen olma yolundaki tarihi geçmişini; dedesine, babasına, aldığı terbiyeye farklı okul deneyimlerine ve çevresinden gördüğü desteğe değinerek anlatıyor.

Daha sonraki bölümde Türkiye’nin ani modernleşmesi ve batılılaşmasıyla müzik kültürünün nasıl kaybolduğuna, bu yolda savaşanlara ve Osmanlı müziğinin günümüze ulaşmasına değiniyor. Eski Osmanlı Müziğinin Klasik Türk Müziğine dönüşümünü, devlet korolarının gittikçe halktan ve temsil ettikleri tarihi müzikten uzaklaşmalarını, Türk Sanat Müziği diye sunulan müziği anlayamayanların Arabesk Müziği ortaya çıkarışını anlatıyor.Bir gün öğretmeninin teklifiyle küçük Kudsi Erguner neyiyle ve arkadaşı piyanosuyla Radyo Çocuk Saati programına çıkmak üzerelerken, yapımcı çocuklara yönelik programlarda Osmanlı Müziğinin yeri olmadığı ve genç kuşağın asla bu yönde teşvik edilmemesi gerektiğini söyleyerek yazarımızı kapıya koyar. Bu durumun ardından arkadaşının gururla konserini vermesi, o zamanın müzik anlayışını gözler önüne seriyor ve oldukça çarpıcı bir şekilde özetliyor.

Daha sonraki bölümlerde Mevlevi geleneğinin tam tersine dönüşünü, Mevleviliğin sona erişini ve artık Mevlevi ayininin müziğini ve semasını yapmak için muhakkak Mevlevi olunması gerekmediğini üzülerek anlatıyor. Konya’daki Mevlevi ayinlerinin aldığı hali eleştiriyor. “Mistisizm açısından dönen dervişlerin, maalesef kılıç kalkan ekibinden artık hiçbir farkı yok…” Ve Mevlana’nın soyundan gelen Celaleddin Çelebi’yi anarken ilginç noktalara parmak basıyor.

Babasının ve kendisinin de dâhil olduğu, Türkiye dışında ilk Mevlevi ayinleri hakkında tarihi bilgiler veriyor. İlk olarak 1968 yılında İstanbul’dan Paris’e -dolu bir otobüsle- yaptıkları yolculuğu; bir yıl sonra da Londra’ya olan turlarını ve burada yaşadığı farklı bir Mevlevi ayini tecrübesini aktarıyor. Gurdjieffçiler’e ve Şeriatsız tarikata bu bölümlerde değinmeye başlıyor. Türkiye’de batılılaşma pahasına vazgeçilen ve kabul görmeyen Mevleviliğin, Londra’da gördüğü ilgi şaşırtıyor. Sonra da babasının Londra’da gördüğü kanser tedavisini, oradaki sufilerin yardımını, onlara olan ilgisini ve dönüşte İstanbul radyosuna neyzen olarak alınışını anlatıyor.

Amerika’daki Mevlevi ayinlerinden de bahsettikten sonra yeniden Paris’e dönüşünü, maddi açıdan çok zor şartlar altında mimarlık okumaya başlayışını ve oradaki yakın dostlarının yardımlarını, bu süre içerisinde babasının İstanbul’da vefatını anlatır. Annesinin istediği düdüklü tencereyle son parasını harcamışken Madam de Salzman’nın Gurdjieff merkezinde verdiği davete çıkmasıyla profesyonel müzik hayatı başlar. France Musique radyosunda yaptığı bir seri programdan, yaptığı ney soloları plağından ve ilerleyen dönemlerde farklı deneyimler ve iniş çıkışlarla Peter Brook’la olan ilk film tecrübesinden ve Afganistan’a olan yolculuğundan bahseder. Muzaffer Efendi ve Cerrahi tarikatıyla olan enteresan ilişkisini, bu tarikatın Amerika’da yayılmasını ve servet düşkünlüğünü üzüntüyle anlatır.Tasavvufun, temelsiz yorumlarla nasıl sterilize olduğundan, verdiği konserlerinde semazenlerde gördüğü çelişik hallerden, farklı gruplardan, masonların bile kendisini konser vermesi için davet edişinden uzun uzun bahseder. Farklı toplulukların Mevlana’yı nasıl anladıklarını anlatır.

Kitabın son bölümlerinde yazar; bugünkü geleneksel müzisyen gözüyle, kişinin etkilendiği alanlarla ve sanatla ilgili olan görüşlerini dile getiriyor. Bu şekilde kendi kültürel mirasını yaşarken farklı kültürlerle olan beraberliğine de açıklık getiriyor.

Paris’te kurduğu dernekten, musiki adına icra ettiği güzel faaliyetlerden ve öğrencilerinden bahsettiği bölümden sonra ek olarak bir Mevlevi ve neyzen olarak Mesnevi’nin ilk on sekiz beytine yazdığı şerhi okuyucuya sunuyor.Oldukça akıcı ve keyifli bir okumanın içerisinde ve sonrasında akılda sorular bırakan bir kitap… Aslında mesele açık. Bir sorun var ortada Mevlevilik adına. Şeriatın bir din, hayat tarzı olarak ilgisizce kenarda durması ve Mevleviliğin bir tarikat olarak ön plana çıkması…Bu tarikatın oluşumundan, ayinlerinin manasından tamamen çarpıtılmış, içi boşaltılmış bir inanç… İnsanoğlu kendi işine geleni seçmeye, aradığı tercih yoksa da onu baştan oluşturmaya oldukça meraklı. Yazarımız da bu yanlışlıkları, kendi çocukluğundan ne kadar da farklı bir Mevlevilik olgusu olduğunu dillendirerek bir şekilde açıklama yoluna gidiyor. Tabi her şey anlayana, istenileni alana…

Ülkemizin yaşadığı bu derin devrimin; başta dini yaşantısı olmak üzere, müziğine, tarikatlarına, giyimine, kültürüne, ahlakına nasıl da etki ettiği kitabımızda çeşitli örneklerle kaleme alınmış. Bunun bir geri dönüşü var mıdır? Batıya uymak şart mıdır? Her şeyi sentezlemek mi lazımdır? Görünüş öyle, peki ya memnuniyet?

 

Leave a Comment