Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla
Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Leo Huberman,çev. Murat Belge, İletişim Yayınları, İstanbul,2017,338 s.
1903-1968 tarihleri arasında yaşayan sosyalist-marksist yazar Leo Huberman feodal toplumdan yirminci yüzyıla adlı eserine “Bu kitabın iki amacı vardır; tarihi, ekonomi teorisiyle ve ekonomi teorisini tarihle açıklamak. Bu düğümlenme önemli ve zorunludur. Ekonomik yanına gerekli ilgi gösterilmeyince tarih öğrenimi sakat kalır; ekonomi teorisi de tarihi arka planından soyutlandığında anlamsızlaşır.” sözleriyle başlamaktadır. Bu sözlerden, Huberman’ın kitap boyunca okuyucuya kendine özgü bir dünya tarihi anlayışı sunacağı anlaşılmaktadır. Avrupa’nın feodal döneminden başlayan kitap iki ana bölümden ve birçok dikkat çekici alt başlıklardan oluşmaktadır. İlk bölümde yazar, “Feodalizmden Kapitalizme “ başlığı altında mantıklı ve ikna edici örneklerle feodal sistemden kapitalist sisteme geçişi anlatmaktadır; ikinci bölüm ise kapitalist sistemden başlayıp ona karşıt olarak ortaya çıkmış olan sosyalist sistemi anlatmaktadır; fakat bu bölümde tam bir geçiş olmadığı için “kapitalizmden ?” şeklinden bir başlık atılmıştır. Yazarın dünya tarihini ekonomi teorisiyle beraber incelemesinin nasıl farklı bir bakış açısını kazandırdığı kitap boyunca görülmektedir.
Tam bir siyasi otoritenin hakim olmadığı Avrupa toplumunda, söz konusu dönemde siyasi otorite feodal bey olarak karşımıza çıkmaktadır. Feodal bey kendi çalışanlarını koruyan, sadece kendi kurallarını uygulayan, kendi toprağı ve işçisi üzerinde her türlü tasarrufa sahip olan yöneticidir. Serfler ve köylüler korunma, barınma ve hayatta kalma karşılığında lordlar için çalışmakta, üretmekte ve kurallara itiraz etmeden onları uygulamaktadır. Zenginliğin toprakla ölçüldüğü bu dönemde bu durum kimse tarafından mantıksız karşılanmamaktadır. Kralların etkisizliğinin aksine kilisenin bu dönemde ilerici ve canlı bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. En iyi yönetilen ve en zengin olan topraklar ruhban sınıfına aittir. Tüm bunlar değerlendirildiğinde toplum dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar olarak sınıflara ayrılmaktadır. Herkesin kendi üretimini yaptığı, üretemediği ihtiyaçlarını da mahalli pazarlarda takas yöntemiyle giderdiği kapalı ekonomi sistemi haçlı seferleri ve ticaretin aktifleşmesiyle değişim göstermeye başlamıştır. Paranın kullanımının mal mübadelesini kolaylaştırmasıyla ticaret bir hayli önem kazanmaktadır. Lordların ve kilisenin ilk dönemde direndiği ticaret sistemi onların da dahil olmasıyla büyük bir hız kazanarak büyümektedir.
Zenginlik ölçütünün topraktan paraya geçmesiyle sınıflar arasında da değişiklikler yaşanmaktadır. Önceden yönetme gücü rahiplerin ve soyluların sahip olduğu bir güçken artık yönetme sınıfına dahil olabilecek bir orta sınıf yani tüccar grubu ortaya çıkmaktadır. Bu bölümde özellikle dikkat çekmesi gereken kısım kilisenin zaman içerisinde azar azar değişen tavrıdır. Ticaretle birlikte ortaya çıkan lonca sistemi, faiz, tefecilik gibi yeni oluşumlara ilk başlarda sert bir şekilde karşı çıkan kilisenin daha sonra kendisi de bu sistemden yararlanmaya başlayınca daha ılımlı bir tavır sergilediği görülmektedir. Oluşturulan şehir hayatı ve serbest pazarlarla beraber kitapta yazgısını benimsemiş, kendisine düşen işi istekle ve memnun ederek yerine getirirse cennete gideceğine inandırılmış olarak tanımlanan köylü özgürlüğü tatmıştır ve tüm bunlar artık değişmiştir. ”Toprağın herhangi bir meta gibi böylece alınıp satılması, serbestçe mübadele edilmesi eski feodal dünyanın sonu demekti” cümleleriyle yazar kapitalizme geçişe açık bir şekilde okuyucu hazırlamaktadır.
Yeni pazarlar, yeni meslekler ve değişen endüstri ile yeni bir yüze sahip olan Avrupa artık aynı zamanda yeni kuralların ve sistemlerin de ortaya çıktığı bir yerdir. Lonca sistemi bugün hala ticarette kullanılan birçok sistemin başlangıcını oluşturmaktadır. Bu sistem de pazarın büyümesiyle beraber farklılaşmaktadır ama orta sınıfın önünde hala bir kilise ve feodalizm tehlikesi bulunmaktadır. Bu yüzden ortaya çıkan Protestan reformu yazar tarafından orta sınıfın feodalizme karşı ilk savaşı olarak değerlendirilmektedir. Feodalizme karşı açılan bu savaş ilk aşamada çok da iyi sonuçlar ortaya çıkarmamaktadır. Feodal sistemin toprak çevirme hareketiyle köylüyü tekrar kolayca egemenliği altına aldığı görülmektedir. Tabi bu durum farklı sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Topraklarından sürülmüş, açlık ve sefalet içinde kalmış olan köylülerin iş gücünden başka satacak bir şeyleri kalmamış olması kapitalizmin ihtiyaç duyduğu endüstri işçilerini hazır hale getirmektedir.
Yazar, “Pazarın genişlemesi” anahtar kelimesiyle yeni dönemi anlatmaya başlamaktadır. Bir önceki bölümde pazarın genişlemesi, coğrafi keşiflerle yeni pazarların bulunmasının ve kolonilerin oluşturulmasının bir sonucu olarak bahsedilmektedir. Yazar, bu bölümün devamında okuyucuya özet niteliğinde bir dönemlendirme sunmaktadır. “Ev sistemi, lonca sistemi, eve iş verme sistemi ve fabrika sistemi” endüstriyel örgütlenmenin aşamaları olarak özetlenmektedir. İşçiler arasındaki iş bölümü, bir işçinin bir işte uzmanlaşması ve üretimin tamamına hakim olmaması bahsedilen dönemde kapitalizmin temel dinamikleridir. Yazar tarafından bölümün sonunda iki yaşında çocukların bile işçi grubuna dahil edildiği bu sistemin korkunçluğu rakamlarla gözler önüne serilmektedir.
Sömürgecilikle birlikte toprak ve paradan sonra zenginlik değerini belirleyici bir unsur daha oraya çıkmaktadır: altın ve gümüş. Kendi sınırları içerisinde bunlara sahip olan ülkeler şanslı sayılmıştır peki ya diğerleri? Bu probleme bir çözüm önerisi merkantilistler tarafından sunulmaktadır. “Merkantilistler, ülkelerin dış ticarete girerek değerli maden stoklarını arttırabileceklerini savunuyorlardı.” Bu düşünce sadece madenlerle sınırlı kalmamış endüstri ürünlerinde de uygulanmakta ve ithalat-ihracat meselesi ortaya çıkmaktadır. Bu düşüncenin ortaya çıkmasıyla milli ekonomi ve gümrük koruma konusunda düzenlemeler yapılmaktadır. Şüphesiz işçiler bu değişikliklerden en çok etkilenen sınıf olarak görülmektedir. Fransız devrimiyle beraber sadece kar amacı güden burjuvazinin ortaya çıktığı görülmektedir.
Yazar “Bu sisteme kapitalizm diyoruz” sözüyle birinci bölümü noktalamaktadır. Bu bölümde yazarın tüm kavramları ve geçişleri tek tek ve örneklerle açıklaması öncesinde ekonomi tarihiyle ilgili herhangi bir okuma yapmamış okuyucunun bile rahatlıkla anlamasına yardımcı olmaktadır. 13.-14. yüzyıldan 18.yüzyıla kadar olan kısmın anlatıldığı bu bölümde dikkati çeken en önemli düşünce ekonomik değişimlerin tarihin seyrini nasıl etkilediğini açıkça gösterilmesidir.
“Kapitalizmden…?” başlığını taşıyan ikinci bölüm hem başlığın ilgi çekiciliği sebebiyle hem de birinci bölümde oluşan “şimdi ne olacak?” düşüncesiyle kitabın merak edilen kısımlarından biri olmaktadır. Fransız devrimiyle beraber dünyada oluşabilecek bunalımı tahmin etmek çok da zor değildir. Çünkü değişen sadece ekonomik sistemler değildir. Bilim, hukuk, eğitim de değişimle karşılaşmıştır. Bildiğimiz modern sistemin doğuşu sermaye birikiminin mülksüz emekçi sınıfıyla birleşmesiyle ortaya çıkmaktadır.
Kitabın 16. başlığı: “Ektiğin tohumu, başkası biçiyor..” tüm bu eşitsizliği, adaletsizliği kısaca ifade etmektedir. Karl Marx, tam da bu düzene karşı çıkan görüşleriyle bu dönemde karşımıza çıkmaktadır. Marx bir sosyalisttir ve planlı bir toplum önerisiyle gelmiştir. Kapital kitabında yapmaya çalıştığı ilk şey kapitalizmin insanları nasıl köleleştirdiğini ayrıntılı olarak açıklamaktır. Marx ve Engels’e göre feodal toplumdan kapital topluma geçiş bir devrim ile gerçekleştirilmiştir. Bu yüzden kapitalizmden sosyalizme geçiş de bu şekilde gerçekleşmelidir. Yani sonuç devrimdir. Bu cümleyle beraber yazar başlıkta atmış olduğu soru işaretinin yerini doldurmuş sayılabilmektedir. “Kapitalizmden sosyalizme gelişme kapitalizmin kendi içinde yatar, geçişin aracı da proletaryadır.” Bu cümlede dikkati çeken şey; kitap boyunca geçişlerin hep bir önceki sistemin içerisinde var olduğudur. Bunun değişmemesi aslında sistemlerin sadece isim değiştirdiğini ama aynı sonuçlar doğurduğuyla ilgili bir çıkarım yapmak mümkündür.
Kitabın devamında açıklanan sosyalizm düşüncesi yazarın bizzat yaşadığı dönemde varlığını koruması nedeniyle büyük bir heyecan ve ikna edicilikle anlatılmaktadır. SSCB ile örneklenen bu düşünce henüz sonuçları görülmediği için okuyucunun sistemle alakalı tam olarak bilgi edinmesini engellemektedir. Aynı zamanda yazarın tarafsız bir şekilde anlatmasını da engellemektedir. Kitabın sonu ikinci dünya savaşını başlamasıyla bitmektedir ve son sayfalarda okuyucuda kitapla ilgili bir yarım kalmışlık duygusu oluşmaktadır. İkinci kısmın “Kapitalizmden…?” başlığına sahip olmasının sebebi o üç nokta yerine gelecek olan sistemin tam belirlenememiş olmasıdır. Son kısımlarda yazar “kapitalizmden sosyalizme” vurgusu yapmış olsa bile başlığa bunu koymamış olması yukarıda belirtilen nedenlerle bağlantılıdır. Fakat yazarın bu kısımları tamamen tarafsız anlatamamış olması kitabın ikna edici bir kaynak olması düşüncesini sarsmaktadır. Başlıklara başlarken kullandığı gibi son paragrafını da bir hikaye ile bitirmesi kitap hakkında iyi bir intiba bırakmaktadır.
Genel olarak kitabın anlatımı, dili, akışı her okuyucu tarafından anlaşılabilecek rahatlıktadır. Huberman’ın ilk cümlesinde özgüvenle belirtmiş olduğu tarih anlatımına kitap boyunca sadık kaldığını söylemek mümkündür. Bu yöntemin okuyucuya genel tarih anlatımından farklı bir bakış açısı kazandırdığı da açıkça görülmektedir.