Filistin Meselesine Tarihsel ve Güncel Bir Bakış
Röportaj: Sena Yığcı – Habip Genç
Prof. Dr. Berdal Aral, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde ders vermektedir. Çalışma alanı Uluslararası Hukuk olan Aral’ın aynı zamanda Filistin-İsrail meselesi hakkında da birçok çalışması bulunmaktadır.
Bu röportajda Filistin – İsrail meselesinin tarihi arka planı, uluslararası hukuka uygunluğu, süreç boyunca nelerin olduğu ve bundan sonraki süreçte bizi neler beklediği üzerinde durulmuştur.
- Filistin topraklarını gasp eden İsrail’in, gasp ve kuruluş sürecini anlatabilir misiniz?
İsrail, Filistin’de sömürgeci, yerleşik bir devlettir. Siyonistler kendilerine ait olmayan toprağı işgal etmişler ve buraya sömürgeci yerleşimciler olarak yerleşmişlerdir. İsrail diye bir coğrafya yoktur ama İsrail diye bir devlet inşa edildi. Bunun inşası da İngiltere tarafından yapıldı. 1917 Balfour Deklarasyonu, Yahudiler için uluslararası güç kurma projesidir. Bu projeyi hayata geçirmek için İngilizler büyük bir çaba göstermişlerdir.
İngilizler 1917’de Filistin topraklarını işgal etmiştir. 1917-1922 yılları arasında Filistin’i muharip işgalci olarak yönetmiştir. 1922-1948 arası ise manda yönetimine geçilmiştir. Manda yönetiminde egemenlik devri söz konusu değil, İngilizlerin burada sadece yönetim hakkı vardır. Ama buna rağmen başkalarına ait toprakları, üçüncü bir halka peşkeş çekme hakkını kendilerinde gördüler. Bu ise uluslararası hukuka aykırıdır. Ayrıca manda rejimlerine ilişkin Milletler Cemiyeti sözleşmesinin 22. Maddesine göre Türk İmparatorluğunun (Osmanlı için) çekildiği topraklarda yaşayan Arap çoğunluğun yaşadığı yerde manda rejimleri kurulacaktır. Bu manda rejimleri çerçevesinde mandater devlet, burada ekonomik, sosyal, siyasi birtakım gelişimler sağlayacaktır. Oradaki halkı bağımsızlığa hazırlayacaktır. Belli bir zaman sonra o topraklar bağımsız olacaktır.
Buna rağmen İngiltere, halkın çoğunluğu (%93’ü) Arap olmasına rağmen orada çok küçük bir azınlık oluşturan Yahudiler için uluslararası güç projesini hayata geçirmeye çalışmış ve manda yönetimi boyunca sürekli Yahudi göçünü teşvik etmiş, sürekli onların önünü açmış, toprak alımlarını desteklemiş ve Yahudi ajansının siyasi, ekonomik, kültürel faaliyetlerini desteklemiştir. İbranice orada resmi dillerden birisi olmuştur. Tabi bu süreçte Araplar sürekli direnmiş, mücadele etmiş ve ayrıca arazi de satmamışlardır. İngiltere bu bölgeye ilişkin planlarını hayata geçirememiştir. Amacı aslında belli bir süre sonra burada, Araplardan ve Yahudilerden oluşan bir federasyon kurmaktı. Fakat bunun da gerçekleşmeyeceği anlaşıldı. Bu üç nedenden dolayı gerçekleşmeyecekti:
1) Araplar haklı olarak Yahudi göçüne karşıydılar. Çünkü, Yahudiler oraya yaşamak için değil devlet kurmak için gelen ve Arapları oradan atmak isteyen bir topluluktu.
2) Yahudiler de Arapları istemediler çünkü onlar “bu topraklar bize vadedilmiştir” (arz-ı mevud) diyorlardı.
3)Taraflar arasında sürekli çatışmalar vardı.
Manda yönetiminde egemenlik devri söz konusu değil, İngilizlerin burada sadece yönetim hakkı vardır. Ama buna rağmen başkalarına ait toprakları, üçüncü bir halka peşkeş çekme hakkını kendilerinde gördüler. Bu ise uluslararası hukuka aykırıdır.
Bu süreçte Haganah, Irgun gibi Siyonist terör çeteleri kuruldu. Bu çeteler sürekli olarak Arap köylerine ve başka Arap hedeflerine saldırıyorlardı. İngilizler ise bunları sürekli kolluyorlardı. Ancak, Arapların dışardan silah getirmelerine mâni oluyor, Arap liderlerini ya hapse atıyor ya da öldürüyorlardı. İzzettin El-Kassam’da öldürülen liderlerden biridir.
II. Dünya Savaşı sırasında Siyonist çeteler bu defa İngiltere’yi hedef almaya başladı. Çünkü İngilizler, II. Dünya Savaşı’na giden süreçte artık Yahudileri desteklememe, Yahudi göçünü ve Yahudilerin askeri faaliyetlerini sınırlandırma kararı aldılar. İngilizler bu kararı Arapları sevdiklerinden değil, II. Dünya savaşı sırasında Araplara ihtiyaçları olduğundan aldı. Çünkü topraklarını, petrol kaynaklarını kullanacaklardı. Bu sebeplerden ötürü Siyonist terör çeteleri İngiltere’yi hedef aldı ve 1946’da Kudüs’te yer alan King David Otelinde birçok bürokrat, polis ve askeri öldürdüler. Bu süreçte ABD İngiltere’nin Yahudi göçünü sınırlandırmasını eleştiriyordu. İşin garip tarafı, Avrupa’daki mağdur Yahudileri, ABD, kendi topraklarına kabul etmiyordu.
“Siyonistlerin hiçbir zaman Araplarla beraber yaşama düşüncesi yoktu.“
Oralar tamamen Araplardan temizlenerek, tamamı Yahudilerden oluşan bir toplum kurmak istediler. Bugün Netanyahu için Hitlerdir, faşisttir diyorlar, mesele Netanyahu değil. Siyonizm her zaman böyleydi. Siyonistlerin en ılımlı liderleri bile Arapların katliamını desteklemiş, Araplarla beraber yaşama düşüncesini hiçbir zaman gündeme getirmemişlerdir. Mesela eski İsrail başbakanı Naftali Bennett’e bir muhabir Gazze ile ilgili bir soru sordu ve Bennett sinirlenerek “Bana Gazze ile ilgili soru sorma, biz Gazze’yi yok edeceğiz.” dedi. Dolayısıyla ortada, normal insani anlayışla tanımlanamayacak bir kitle, topluluk var. Bu topluluk Siyonistler ve onların bir devleti var. Meseleyi sadece Netanyahu’ya yani bir kişiye indirgerseniz, büyük bir yanılgı içerisine düşersiniz. Bunu bütün olarak değerlendirilmek gerekir. Yani ortada büyük bir Siyonizm sorunu var.
Bugün Netanyahu için Hitlerdir, faşisttir diyorlar, mesele Netanyahu değil. Siyonizm her zaman böyleydi. Siyonistlerin en ılımlı liderleri bile Arapların katliamını desteklemiş, Araplarla beraber yaşama düşüncesini hiçbir zaman gündeme getirmemişlerdir.
1947 yılına gelindiğinde artık İngiltere, bölgedeki çatışmaları engelleyemeyen, bürokratları öldürülen ve bu bölgede ekonomik beklentisi kalmayan bir devlet haline gelmiştir. Tabii bir taraftan da ABD sürekli İngiltere’yi sıkıştırıyordu. Bunun üzerine İngiltere bölgeden çekilmeye karar verdi ve bu saatli bombayı BM Genel Kurulu’nun kucağına bıraktı. O zaman Batılı devletler hakim pozisyondaydı ve 29 Kasım 1947 yılında alınan 181 sayılı karar çerçevesinde, Genel Kurul Filistin için taksim kararı verdi. Bölgedeki Filistinliler nüfusun üçte ikisini oluşturdukları halde Filistinlilere toprakların yüzde kırk üç buçuğu bırakılırken, nüfusun üçte biri olan Yahudilere ise toprakların yüzde elli altı buçuğu bırakıldı. Kudüs de uluslararası şehir statüsüne konuldu.
Araplar, Filistinliler bunu kabul etmedi. Siyonistler de pek memnun olmadı, çünkü toprakların hepsi bize ait olmalı diyorlardı, ama en nihayetinde kabul ettiler. 1947 Taksim Kararı uluslararası hukuk açısından çok problemlidir. Bunun üç nedeni var:
1) BM Genel Kurul’u devlet kuramaz,
2) Bağlayıcı karar yetkisi yoktur,
3) 181 sayılı taksim kararı alınmadan önce ABD birçok devleti tehdit etmiştir.
14 Mayıs 1948’de İngiltere oradan çekildi ve çekildikten sonra Siyonistler İsrail devletini kurdular. Devlet kurulunca zaten 1947 Taksim Planı’ndan sonra daha da yoğunlaşan, Arapları hedef alan etnik temizlik, köy ve kasaba baskınları gerçekleştirildi. Bunun üzerine tepki veren Arap halkları sokaklara çıktı. Fakat o dönemde güçlü bir Arap devleti yoktu çünkü ya manda rejimlerinden yeni çıkmışlardı ya da hala çıkmayanlar vardı.
Arap yöneticilerin büyük bir kısmı İngiliz ve Fransızlar tarafından getirilmişti. Bunlar genellikle halkın istemediği insanlardı. Ancak halkın tepkisinden ötürü 1945 yılında kurulmuş olan Arap Birliği adı verilen örgüt bünyesinde askerler bir araya getirilip, Filistin’e gönderildiler. Fakat bir araya getirilen askerlerin eğitim düzeyi çok düşük, silahları uyduruk ve askeri manevra tecrübeleri yok. Buna karşılık birçok Siyonist I. ve II. Dünya Savaşlarında İngilizlerle beraber savaşmışlardır. Özellikle I. Dünya Savaşında Osmanlı’ya karşı İngilizlere istihbari görevler yapmışlardır. Arap askerlerinin silahlarının basit olmasının karşısında Siyonistlerin silahları moderndi. Çünkü hem ABD hem Avrupa hem de Sovyetler özellikle de Çekoslovakya destek veriyordu. Sovyetlerin Siyonistleri destekleme sebebi, Siyonistlerin önemli bir kısmının sosyalist dünya görüşü olan ateistler olmalarıdır (Eşkenazi Yahudileri, Doğu Avrupa Yahudileri). 20. yüzyılın başında aralarında Thedor Herzl’in de bulunduğu Siyonist bir grup Kudüs’ü ziyaret ediyorlar. Orada yaşayan dindar Yahudiler Siyonistlerden hazzetmiyor. Hatta Siyonistler, devlet kuracaklarını söylediklerinde tepki gösteren Yahudileri “Araplaşmış” olarak görmektedirler.
Sonuçta savaşı İsrail kazandı. İsrail, BM Taksim Kararıyla Filistin’e bırakılan %43,5 olan toprağın yaklaşık yarısını da savaşta ele geçirdi. Bu toprak kazanımları uluslararası hukuka uygun değil. Çünkü II. Dünya Savaşından sonra oluşan BM düzeni, askeri güç kullanım yoluyla toprak kazanmayı yasaklıyor. İsrail ele geçirdiği işgal topraklarını hızlı bir şekilde Yahudileştirdi. Buna karşı BM hiçbir tepki vermedi. BM’nin tepki vermemesi İsrail’i haklı yapmıyor.
1967’ye gelindiğinde Altı Gün Savaşlarıyla İsrail, bütün Arap gruplarını yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra Filistin diye bir yer kalmadı. Bu savaştan sonra BM Filistin meselesini bir ulusal mesele, self determinasyon meselesi olarak görmeye başladı. BM neden Filistin meselesini 1967’den sonra self determinasyon meselesi olarak görmeye başlıyor da öncesinde görmüyor? Bunun iki nedeni var:
1) BM Genel Kurulunda Batılı devletler çoğunluk durumunda. Çünkü Müslüman ülkelerin önemli bir kısmı sömürge yönetimi altında, sadece birkaçı bağımsız durumdalar. Afrika, o dönem için zaten sömürge altında. Latin ve Orta Amerika’da da Amerikancı yönetimler var. Çin devletini de BM’de milliyetçi yönetim temsil ediyor; 1949’da iktidara gelen komünist yönetim, ABD’nin Güvenlik Konseyi’ndeki vetosu nedeniyle Çin BM’de temsil hakkından mahrum bırakılıyor.
2)İsrail Filistin’in tamamını 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda yutunca BM tepki vermek gerektiğini düşünüyor.
20. yüzyılın başında aralarında Thedor Herzl’in de bulunduğu Siyonist bir grup Kudüs’ü ziyaret ediyorlar. Orada yaşayan dindar Yahudiler Siyonistlerden hazzetmiyor. Hatta Siyonistler, devlet kuracaklarını söylediklerinde tepki gösteren Yahudileri “Araplaşmış” olarak görmektedirler.
BM’nin, Filistin’in self determinasyon hakkını tanımasıyla birlikte, birçok ülke Filistin’in self determinasyon hakkını tanımaya başladı. 1964’te Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu ve 1969’da Yaser Arafat FKÖ’nün başına geçti. İsrail’e karşı Mısır’dan, Ürdün’den silahlı eylemler yapıldı ama buna karşı İsrail, her zaman orantısız bir güç kullandı.
Sömürgecilerin sömürge yönetimi altında yaşayan halklara bakış açısından hiçbir farkı yok İsrail’in. İsrail sömürgeci bir devlettir. Sömürgeciler, sömürdükleri halkla asla kendilerini bir görmezler. İsrail, hiçbir zaman ne Filistin’i ne de komşu ülkeleri muhatap almadı. Savaş esirlerini çok zaman öldürmüştür. İsrail’in yaptığı katliamları anlatmaya zamanımız yetmez.
1987’de I. İntifada başladı. I. İntifadanın ivmesiyle 1988’de Filistin Ulusal Konseyi, Filistin Devleti’ni kurduğunu ilan etti. Ve anlaşıldı ki Filistin mücadelesi bundan sonra 1967 sınırlarına yoğunlaşacak. Yani Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze (1948-49’da %43’lük toprak parçasının %21’i gitmişti.). Bugün Filistin yüzde yirmi ikilik bir toprak parçası üzerinde ve bu yüzde yirmi ikilik toprakta da çok sayıda işgalci yerleşimci Yahudiler bulunuyor.
Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te sekiz yüz bin Yahudi yaşıyor. Ne yapacaksınız bunları? Batı Şeria şu anda hep birbirinden kopuk kantonlardan oluşuyor. İki devletli çözüm saçma sapan bir şey. Çünkü şu anda Filistin diye bir yer yok. Bölük pörçük kantonlardan başka bir şey yok. Zaten kantonvari siyasi yapıları devlet olarak görmek mümkün değil. Nitekim 1970’li ve 80’li yıllarda BM Genel Kurul’u ve BM Güvenlik Konseyi bunu kınayan kararlar aldı. Benim görüşüm şu: İsrail denen devlet yok olmadıkça Müslümanlara rahat yok. Çünkü bu devlet yasadışıdır, işgalcidir, sömürgecidir, ırkçıdır ve hiçbir zaman Filistinlilerle barış yapmak istememiştir. Biz buna tek kelimeyle, savaş makinesi diyebiliriz. İsrail, dünyada sınırları belli olmayan tek devlettir. O yüzden İsrail sorunu çözülmedikçe, Filistin sorunu çözülemez. Geçenlerde J. Biden şöyle bir söz söyledi: “Eğer İsrail olmasaydı, biz Amerika’nın çıkarları için bir İsrail yaratırdık.” İnanılmaz bir söz bu; her şeyi itiraf ediyor. İsrail’i küresel hegemonik sistemden ayırmak mümkün değil. Eğer küresel hegemonik sistemi imha etmek istiyorsak, öncelikle İsrail sorununu çözmemiz gerekiyor. Bu da tüm ümmetin hatta tüm insanlığın meselesidir. Ama tabii burada Filistinlilerin yanı sıra özellikle İslam dünyasının daha çok mücadele etmesi gerekiyor.
- Mevcut durumda küresel birtakım sistemin içerisindeyken Müslümanların hem sisteme hem Filistin meselesine hem de beraberinde gelen diğer sorunlara uzun vadede sunacağı çözümler nelerdir ya da neler olmalıdır?
Öncelikle Filistin meselesini doğru tanımlamamız gerektiğini düşünüyorum. Biz Müslümanların kendine özgü tanımları yok ne yazık ki. Filistin sorununu nasıl kavramsallaştırmamız gerektiği, sorunun kaynağını nasıl ortaya koymamız gerektiği ve nasıl bir çözüm getirmemiz gerektiği konusunda İslam dünyasının özerk bir anlayışı yok. Bu konuda farklı düşünenler vardır mesela İran bunun bir örneğidir. Fakat büyük çoğunluğu, Türkiye de dahil olmak üzere, BM Genel Kurulunun hatta Güvenlik Konseyi’nin bile meseleye bakış açısını içselleştirmiş durumdalar. Ne diyorlar, aynen Genel Kurulun dediği gibi aynen Güvenlik Konseyi’nin dediği gibi.
Güvenlik Konseyinin 1967 Savaşından sonra aldığı bir karar var ondan bahsetmedim. 242 sayılı güvenlik konseyi kararı, ABD’nin veto etmediği bir karar bu. Orada İsrail’in son işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla hem Genel Kurul hem Güvenlik Konseyi’nin 67 sınırları konusunda aşağı yukarı ittifak ettiğini söyleyebiliriz.
Sistem içindeki öne çıkan güçlerin ve genel kurulun yaklaşımı bu yönde. Ama bu İslam dünyasının kendi özerk yaklaşımının da böyle olacağı anlamına gelmez. Ne yazık ki İslam dünyası o kadar özgüvensiz, ciddiyetsiz ve paramparça ki bu söylemi alıp içselleştirmiş durumdalar. Yani sadece 67 sınırlarına atıf yapıyorlar, bundan vazgeçmeleri gerekiyor. Bana göre yeni bir paradigmaya ihtiyaç var o da İsrail’in sömürgeci yerleşik bir devlet olduğunu kabul edip, aslında daha baştan itibaren bu yapılanın gayrimeşru olduğunu kabul edip buna ilişkin topyekûn bir mücadele gerekiyor bence.
Filistin’in bütünüyle özgürleştirilmesi gerekiyor. Benim burada önerdiğim paradigma Cezayir paradigması aslında. Cezayir nasıl ki Fransa’ya karşı çok uzun bir milli mücadele verdiyse 54-62 arası… ve biliyorsunuz Fransa Cezayir’i sadece işgal etmedi aynı zamanda orada yerleşimci bir devletti yani İsrail – Filistin meselesine çok benziyor bu. 1960’lı yıllarda iki milyon kadar Fransız Cezayir’de yaşıyordu, ki Cezayir nüfusu o zaman on milyon civarındaydı, nüfusun yüzde yirmisi Fransız’dı ve bunların her türlü imtiyazları vardı. Peki, ne oldu? Cezayir bütün bu mücadele sürecinde Fransa’nın bütün aldatma taktiklerine rağmen sahte barış söylemlerine rağmen sonuna kadar Cezayir’in özgürleşmesi için mücadele verdi. Cezayir bunu yaptı.
Ne yazık ki İslam dünyası o kadar özgüvensiz, ciddiyetsiz ve paramparça ki bu söylemi alıp içselleştirmiş durumdalar. Yani sadece 67 sınırlarına atıf yapıyorlar, bundan vazgeçmeleri gerekiyor.
“Bence asıl yapılması gereken bütün Filistin’in özgürleştirilmesidir.“
Tabii ki şurada gerçekçi olmak gerekirse İslam dünyası liderlerinin büyük çoğunluğu zaten halklarının seçtiği insanlar değil. Bu azınlık değişimlerinin çoğu otoriter. Böyle bir yaklaşım geliştirmesini beklemek belki biraz iyimserlik olur lakin bunun olması için halklarla barışık olan ve özgür seçimlerle ekrana gelen yönetimlerin İslam dünyasında çoğunlukta olması gerekir.
Kısa vadede ne yapılabilir diye sorarsak bu da mutlaka İslam İşbirliği Teşkilatının (İİT/OIC) bir an önce toplanıp İsrail’e karşı topyekûn ambargo kararı alması gerektiğini düşünüyorum. Ekonomik, askeri, siyasi, kültürel, eğitimsel, sportif her türlü ilişkinin tümden ortadan kaldırıldığı bir karar çıkması gerektiğini düşünüyorum.
Yine İslam İş Birliği Teşkilatının BM Genel Kurul bünyesinde büyük çoğunluğun İsrail’e karşı bir ambargo kararını tavsiye etmesi için çaba göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Afrika Birliği Örgütü’nün (AÖB), Güneydoğu Asya ülkelerinin, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) ve Bağımsız Devletler Örgütü’nün (BDT) bu bağlamda İsrail’e topyekûn ambargo kararı alınması konusunda harekete geçmesi gerekiyor. Filistin’e de her türlü desteği vermeleri gerekiyor. Çünkü Filistin toprakları işgal altındadır, işgal altına olan halkların da meşru müdafaa hakkı vardır. Filistin’in devlet olmasını kabul etmeseniz bile -ki devlettir- o zaman dersiniz ki Filistin, self determinasyon hakkına sahip işgal altında bir halktır ve her halkın direnme hakkı vardır.
Nereden bakarsanız bakın İslam dünyasının Filistin’e askeri destek dahil olmak üzere; istihbari destek, lojistik destek, siyasi destek, ekonomik destek, her türlü desteği vermeleri mümkündür. Çünkü Filistin işgal altında olan bir toprak parçasıdır. Meşru müdafaa hakkı vardır ve bu hak sadece bireysel değildir aynı zamanda müşterektir. Dolayısıyla başka ülkeler rahatlıkla İsrail’e karşı Filistin’le birlikte mücadele edebilirler. Bu yasaldır, uluslararası hukuka uygundur.
Filistin’e de her türlü desteği vermeleri gerekiyor. Çünkü Filistin toprakları işgal altındadır, işgal altına olan halkların da meşru müdafaa hakkı vardır. Filistin’in devlet olmasını kabul etmeseniz bile -ki devlettir- o zaman dersiniz ki Filistin, self determinasyon hakkına sahip işgal altında bir halktır ve her halkın direnme hakkı vardır.
İslam dünyasının bütün bunları düşünmesi, artık kınama kararlarından vazgeçmesi gerekiyor. Kınama kararları İsrail’i geri döndürmeyecek. Bunun dışında bölgeye barış gücü askerlerinin gönderilmesi de bir proje olarak gündeme getirilebilir. Anladığım kadarıyla Türkiye böyle bir projenin öncülerinden bir tanesi. Sonuç olarak Filistin’in değil İsrail’in bir sorun olduğunu görerek İsrail’e karşı topyekûn uzun vadeli mücadele yapılması gerektiğini yeni bir paradigma olarak kabul etmeleri gerekiyor.
Bu anlamda İsrail’le normal ilişki kurmak, birtakım anlaşmalar imzalamak kesinlikle Filistin davasını baltalayacaktır ve İsrail’in bir tür normal devlet statüsü kazanmasını sağlayacaktır. İsrail şu anda artık dünyanın büyük çoğunluğunda soykırımcı ve savaş suçu işleyen bir devlet statüsüne doğru gidiyor. Bizim soğuk savaş döneminde Afrika’ya karşı uygulandığını gördüğümüz tecrit, boykot, izolasyon, küresel sınırda dışlanma politikalarının mutlaka İsrail’e de uygulanması gerekiyor. Umarım İslam dünyası ve İslami örgütler bu konuda farklı paradigma geliştirebilirler bundan sonra.
- 1973 yılında Arap-İsrail (Yom Kippur) Savaşında Arap ülkeler, İsrail’i destekleyen ülkelerin petrol vanalarını kapattı ve “petrol krizi” denen büyük bir krize yol açtı. Dün bunu yapıp ABD ve Avrupa’yı karşısına alabilen Arap ülkelerini, bugün aynı şeyi yapmaktan alıkoyan nedir?
Müslüman ülkeler özellikle Arap yönetimler şu anda halklarının büyük baskısı altındalar. Hepsi sokaktalar ve eminim ki hepsi ülkelerinin bir şeyler yapmasını istiyorlar. Mesela Suudi Arabistan normalleşmeyle alakalı İsrail’le görüşmeye son verdi, vermek zorunda kaldı. Suudi Arabistan’ın başındaki yönetim iş birlikçi bir yönetimdir, Filistin halkını asla desteklemez, Hamas’tan da nefret eder dolayısıyla bu davanın da bir parçası falan değil. Ama o bile İsrail’i kınadı, Hamas’ı kınamadı.
Şu anda Arap ülkelerindeki yönetimlerin çoğu otoriter ve iş birlikçi rejimler. Ama geldiğimiz şu noktadan itibaren Arap sokakları hareketlenmiş durumda. Dolayısıyla kendi halkı tarafından alaşağı edilmekten korkan yönetimler bunu engellemek için birtakım sembolik adımlar atmaya çalışabilirler. Eğer İsrail devam ederse zaman içinde bu daha da tırmanabilir bir süreç. Eğer Türkiye, İran gibi ülkeler aktif taraf olurlarsa, ambargo kararı alınması için teşvikte bulunurlarsa o zaman onlar da bunların peşinden gitmek zorunda kalabilirler.
1973’te İsrail’i destekleyen Japonlara ve batılı güçlere karşı ambargo uygulayan Arap dünyası, petrol bağlamında, bugün bunu çok rahat yapabilir. Ama burada muhtemelen şuna dikkat edeceklerdir: Biz bizim iktidarımızın alaşağı edilmesini istemiyoruz. Bu iktidar Amerika’ya ve İsrail’e bağımlılık içindeler. Ama eğer ki hareketsiz kalmaları halinde halk tarafından alaşağı edilme ihtimalleri yüksekse o zaman mecburen birtakım adımlar atarlar. Atmazlarsa alaşağı edilme ihtimalleri var bu da ister istemez yeni bir Arap baharını getirebilir. Çünkü Arap dünyası Filistin konusunda çok hassastır. Ama burada vurgulanması gereken sadece Filistin değil Mescid-i Aksa da kritik noktadadır.
Dolayısıyla ortada büyük bir zulüm var ve şimdi henüz bir adım atılmamış gibi görünüyor ama mesela bölgeye bir ambargo kararı uygulanması konusunda karar alınmasın diye sesini çıkaran yok. Korkuyorlar çünkü böyle öne çıkmak istemiyorlar. “Aman alınmasın” derlerse bu defa maskeleri düşmüş olur. Şu anda benim kanaatim yaptırımlar konusunda Türkiye, İran, Malezya, Endonezya gibi ülkeler öne çıkarlarsa bir şey yapılması konusunda muhtemelen daha statükocu daha azınlık rejimlere sahip olan, batıyla özel ilişki kurmuş olan otoriter rejimler de kendi menfaatleri için bunların peşinden gitmek zorunda kalabilir.
Süreç henüz bitmiş değil. Şunu da unutmayalım ki petrol ve doğalgaz konusunda batılı devletlere ya da İsrail’e ambargo uygulanması halinde Arap ülkeleri için müşteri hazır; Çin ve Hindistan. Yükselen güçler var dünyada. Batı’nın küresel sistemdeki hakimiyeti giderek aşılmaya başlandı. O yüzden 73’te ABD’nin gücünün dorukta olduğu bir zamanda bunu yapabiliyorsa bugün çok rahat yapabilir.
Toplumsal dinamikler ve İsrail’in soykırım süreci devam ederse bu dinamikler onları allak bullak edebilir. Yani büyük bir su akıntısı bütün setleri yok eder. O zaman ya sürecin bir parçası olurlar ya da alaşağı edilme ihtimalleri yüksektir. Bu yüzden Hamas’a yönelik nefrete rağmen yine de İsrail’e ve Amerika’ya karşı tavır almak zorunda kalabilirler. Şu an tarihin çok önemli bir noktasındayız aslında. Bu savaş bir bölge savaşına dönüşebilir. Gazze’yi tamamen teslim alan bir Siyonist yapı orada durmayacaktır muhtemelen bütün o bölgesel dengeleri değiştirmeye çalışacaktır.
Arap dünyası Filistin konusunda çok hassastır. Ama burada vurgulanması gereken sadece Filistin değil Mescid-i Aksa da kritik noktadadır.
- Olup bitenlerin; herhangi bir süzgeçten geçmeden doğru yanlış ayırt edilmeksizin medya yoluyla herkese ulaştığı bu dönemdeyiz. Bu durumda biz gençler olarak Filistin meselesini özellikle hangi bağlamlar temelinde, nereden ve nasıl okumalıyız?
Filistin meselesinde tarihi arka planı bilmeniz gerektiğini düşünüyorum. Diğer türlü bugüne odaklanmak çok yanıltıcı olur. Çünkü Filistin meselesi sömürgeci yerleşimci bir projedir ve en az yüz yıllık geçmişi vardır. İsrail’in hem yasadışı hem de gayrimeşru bir devlet olduğunu bilmezseniz o zaman Filistin’in haklarını savunmakta acziyete düşebilirsiniz.
Bize dayatılan paradigmanın dışına çıkmanız gerekiyor. O paradigma da 67 paradigması. Çatışma çözümleri bağlamında deniyor ki İsrail 1967 sınırlarına göre Filistinlilere zulmetmesin ve çekilsin. Mesele bundan ibaret değil, bunun farkında olun. Mesele tüm Filistin’in özgürleştirilme mücadelesidir. Mesele İsrail’in bir sorun olduğunu fark etmektir, sadece Filistin için değil, sadece Müslümanlar ve Arap dünyası için de değil, tüm insanlık için küresel bir sorun olduğunun farkında olmanız gerekiyor.
Kanaatimce tavır koymanız ve Filistin için gereken her türlü desteği vermeniz lazım ekonomik yardım dışında okumalar yapmak, konferans yapmak, seminer vermek gibi. Aslında devlet dışı aktörlerin ne kadar önem kazandığını görüyoruz dünyada. Batı dünyasına bakıyorsunuz, hepsi İsrail’in kuyruğuna takılmış durumda. Buna karşılık Batı ülkelerinde çok büyük mitingler yapılıyor. On binler belki yüz binler sokağa çıkıp tepkilerini gösteriyor. Giderek bunun daha çok önem kazanacağını düşünüyorum ben.
Mesele tüm Filistin’in özgürleştirilme mücadelesidir. Mesele İsrail’in bir sorun olduğunu fark etmektir, sadece Filistin için değil, sadece Müslümanlar ve Arap dünyası için de değil, tüm insanlık için küresel bir sorun olduğunun farkında olmanız gerekiyor.
Dolayısıyla gençler de Filistin meselesinin sadece Filistin’in değil bizim meselemiz olduğunu bilmeleri gerekiyor, her anlamda. Hem mazluma sahip çıkma anlamında hem de Mescid-i Aksa’nın bizim ilk kıblemiz, El Halil Camisinin en büyük öncü mescidimiz olması anlamında. Filistin aynı zamanda Siyonizm’in emperyal ve yayılmacı politikalarının ilk hedefidir şu anda.
Siyonizm eğer Gazze’yi, Filistin’i bitirirse sonra sıra Türkiye gibi ülkelere de gelecektir zaten. Dolayısıyla Filistin’i savunmak aslında kendimizi savunmaktır. Bunun farkında olun.
Siz Türkiye’nin geleceğisiniz. Sizin bizden daha cesur, daha ufku geniş, daha bilinçli ve daha bilinçli bir dayanışma içinde olmanız gerekiyor. Tabii gençler olarak da İslam dünyasıyla çok daha yakın ilişki kurmanız gerekiyor. Çünkü bizim, inanın, sorunlarımız derdimiz bir. Hepimiz aynı gemideyiz, İslam dünyası içinde dışlayıcı olmayalım. Birlikte bir dayanışma içerisine girip zulme karşı hakkaniyetin davasını verelim. Zulme karşı çıkmayanlar sadece haklarını değil aynı zamanda şereflerini kaybederler.
- Hocam son olarak, bu konular çerçevesinde hangi kitapları tavsiye edersiniz?
İlan Pappe’nin İsrail Hakkında On Mit,
Roger Garaudy’nin İsrail, Mitler ve Terör,
Lütfullah Karaman’nın Filistin Sorunu,
Avi Shlaim’in Filistin’i Bölüşmek kitaplarını öneririm.
- Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Habip Genç
İstanbul Sultanbeyli’de 2003 yılında doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Sultanbeyli’de tamamladı. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 3. sınıf öğrencisi ve hâli hazırda İLEM’de 2. Kademe öğrencisidir. Edebiyat ile ilgilenmekte çeşitli dergilerde yazılar kaleme almaktadır.
2003 Rize doğumludur. İstanbul Medeniyet üniversitesinde Psikoloji bölümünde okumaktadır. Fotoğraf çekmeyi ve edebiyatla ilgilenmeyi sever. Şiir ve hikaye türünde metinler üretmektedir. Hali hazırda dil ve edebiyat dergisinde hikayeleri yayımlanmaktadır.