Hapishanenin Doğuşundan Can Sıkıntısına

Yazar: Beyzanur Yılmaz

İnsan olarak biricik kaygılarımızdan bir tanesi yaşam denilen ağır yükü hafifletmek için oyalandığımız şeylerdir. Aslında can sıkıntımızı kurtarmaktır diyebiliriz. Basit gibi görünen ama ruhen ve bedenen bizleri zor duruma sokan bir illettir aslında o: can sıkıntısı. İnsanı öyle bir duruma sokar ki sevmediklerimizi özlemeye, bilmediklerimizi merak etmeye iter. Can sıkıntısı, birbirini pek az seven insanoğlunun yine de birbirini aramasına yol açar. (Aşkın Metafiziği, Schopenhauer, s.69) Sevmediklerini özlemek, pek az sevdiğin kimseyi aramak –soyut anlamıyla sanırım bu aralar birçoğumuzun hissettiği baskın duygulardan birisi.

Toplumsal olarak birbirinden uzaklaşmanın, tarihte sert ceza sistemlerine ucundan kıyısından da olsa dokunduğunu söyleyebiliriz. Philadelphia Cezaevi Vakfı’nın gayretleri sonucu Dünyanın en modern ilk cezaevi, 1829 yılında Philadelphia yakınlarında açılmıştır. Bu hapishane içerisindeki her hücrede sadece bir mahkûm bulunup, mahkumlar için hiçbir iletişim türüne müsaade edilmiyordu. Hücrede katlanabilir bir çelik yatak, basit bir tuvalet, tahta bir tabure, bir tezgâh ve yemek kapları bulunmaktaydı. Güneş ışığı tavandaki 8 inçlik bir pencereden geliyordu. (Mehmet Emin Artuk ve Mehmet Emin Alşahin, 2016, s.163) Bu şekilde; sosyal temasın kesilmesi, hücrede tek başına kalmak asosyalliğe yol açmış ve suçlunun dışarı çıktığında üzerindeki o sersemlik sebebiyle topluma yeniden uyumu zorlaşmıştır. Sonuç itibariyle ya intihar ya da akıl sağlığını yitirme durumları görülmüştür.

Daha da öncesine gidecek olursak; tarihte cezalandırmalar hep toplumun gözü önünde ve beden üzerinde yapılırken, sonrasında bu işkence tipi değiştirilerek bireyi yalnızlaştıran, soyutlayan hapishane sistemleri tercih edilmiştir. Michel Foucault da Hapishanenin Doğuşu adlı ünlü eserinde panoptikon hapishane tipi hakkında bireyin kendini denetlenme mekanizması geliştirdiğini söyler. Bir nevi kişi kendisinin gardiyanıdır. Bedenen işkence halinde değildir ama içi içini yer. Birazdan ne olacak bilemez durumdadır ve bu tip işkence bedene uygulanandan daha ağırdır.

Velhasılkelam, 20 yaş altı ve 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı geldiği, adeta bir hapis hayatı yaşadığımız şu günlerde çok şükür ki bu tip şartlar altında değiliz. Elimizde telefon, klavye ve televizyon kumandası var. Temassız sosyalleşmeye devam ediyoruz. Ama sanki bu aletler decan çekişiyor, onlar da alışık değil bu kadar ilgiye ve yoğunluğa. Online dersler, görüşmeler derken azıcık duraksadı mı onlara bir şey olacak diye ödümüz kopuyor. Allah eksikliklerini göstermesin, yoksa nasıl yaparız kıymetli derslerimizi… Her günün pazar günü kadar kasvetli ve can sıkıcı olduğu bir karantinadayız. İç bunalımımızı yok etmek için ibadet ediyoruz, kitap okuyoruz, puzzle yapıyoruz. Hatta evdekilerle iletişimimizi geliştiriyoruz. Geçen gün annem ve babama (65+) yüksek lisansta çalışmak istediğim tez konumu anlattım, ilgiyle dinlediler ve tartıştık. Danışman hocamla bu kadar konuşamazdık tahminimce. Halkın içinden yorumlar topluyoruz sonuçta. Bir şekilde faydalı bir aktivite buluyoruz kendimiz için. Ama kendimiz için.

Sorun burada sanırım, topluma faydalı olamamakta. İnsanı bunalıma sokan durum. Babam cuma saatleri esnaf dükkanından eve gelip ağlayarak namaz kılıyor, bu saatlerde kimseyle konuşmuyor ve kendi içine çekiliyor. Her akşam da yatsı ezanının ardından edilen dualara, daha iyi duyabilmek için balkona çıkarak, âmin diyor. Onun için eziyet bu, camiye gidememek… Üç yaşındaki yeğenimle görüntülü konuşurken bize gel dedim, durup düşündükten sonra “Ama virüs var.” dedi. Haklıydı tabi. Onun için eziyet bu, parka gidememek… Gezmeyi çok seven birisi olarak Seyahat ya Rasulallah deyip dışarı çıkmadığım gün olmazdı. Benim için de eziyet bu, seyahat edememek…

Hapishanelerden girdik, günlük rutinden çıktık. Herkesin eziyeti kendine. Şu günlerde oflaya puflaya geçirmeye çalıştığımız can sıkıntısı tarihte görmezden gelinemeyecek bir yere sahip. Belki bizi intihara ya da akıl sağlığının bozulmasına itmez ama ama derin bir bunalıma götürebilir, eğer hapishanede olsaydık. Bizimki o tipten bir can sıkıntısı değil. Evimizden de topluma nasıl faydalı oluruz bunun derdinde olursak tuvalet kağıdını ayakta sektirme “challenge”ları yerine ortaya daha güzel can sıkıntısı sonuçları çıkabilir. Umarım.

Sağlıkla.

KAYNAKÇA

– Mehmet Emin ARTUK, Mehmet Emin ALŞAHİN. “Hapi̇s Cezalarının ve Cezaevleri̇nin Tari̇hi̇ Gelişimi̇” (2016, s.160-166, dergipark.org)

-Michel Foucault. “Hapishanenin Doğuşu” (1975, s.289, imge kitabevi yayınları)

-Arthur Schopenhauer, “Aşkın Metafiziği” (çeviri: Selahattin Hilav, 2019, s. 65-70, YKY Yayınları

Leave a Comment