İbn Sina Felsefesinde Suret, Cevher ve Varlık

İbn Sina Felsefesinde Suret, Cevher ve Varlık, İbrahim Halil Üçer, 6 Eylül 2014 Cumartesi, 16.30

İLEM Tez Sunumlarında Medeniyet Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi İbrahim Halil Üçer, “İbn Sina Felsefesinde Suret, Cevher ve Varlık” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Sunumunun başında tezinin başlığı ile ilgili açıklamalarda bulunan Üçer, neden İbn Sina’da ‘suret’ anlayışını çalışmayı seçtiğine dair açıklamalarda bulundu. Üçer, Aristoteles ve Platon felsefeleri üzerine yapılan çalışmalarda ağırlıklı olarak çalışılan konunun “suret, eidos, idea, form” olduğunu ifade ederek, buna karşın İbn Sina felsefesinde “varlık-mahiyet ve vacip-mümkün” problemleri üzerinde yoğunlaşıldığının görüldüğünü belirtti. Bu durumun nedenleri üzerinde kısaca duran Üçer, İbn Sina felsefesinde ‘suret’ gibi merkezi bir kavramın neredeyse birkaç makale dışında hiç çalışılmadığını ifade etti. Üçer, bu noktada büyük bir boşluğun var olduğunu ve kendisinin bu konuyu seçmesinde söz konusu kavramın İbn Sînâ felsefesindeki merkezî konumunun yanı sıra bu eksikliğin etkili olduğunu belirtti.

Sunumunu üç başlık altında gerçekleştiren Üçer ilk bölümde; İbn Sina, Platon ve Aristoteles’ten bağımsız olarak ‘suret’ tartışmanın felsefi açıdan ne anlama geldiği üzerinde durdu. İslam Felsefesi çalışmalarının bugüne dair uzantıları, imaları ve bağlantıları ortaya konulmadığı müddetçe bu tür felsefe tarihi çalışmalarının arkeolojik bir çalışmadan öteye gitmeyeceğini ifade etti. Sunumunun ikinci bölümünde kullandığı yöntemi anlatan Üçer, üçüncü bölümde ise tezinde tartıştığı meselelerin çarpıcı ve ilgi çekici yönlerini paylaştı.
İbn Sina Felsefesinde Suret, Cevher ve Varlık
‘Suret’ teriminin felsefe tarihinde en çok kullanılan ve en yoğun işlenen terimlerden biri olduğunu ifade eden Üçer, ‘suret’ kelimesinin etimolojik kökenine dair açıklamalarda bulundu. ‘Suret (eidos, idea)’ kelimesini felsefi anlamda kullanan ilk kişinin Platon olduğunu söyleyen Üçer, Platon’un ‘idea’ kelimesini günlük dildeki “görünen yüz” anlamından farklı olarak “görünen yüzün arkasındaki gerçeklik” olarak kullandığını ifade etti. Platon görünen yüzün arkasındaki gerçekliğin ‘akıl gözü’ veya ‘akli bakış’ ile yani “theoreo, theoria” ile idrak edilmesinin mümkün olabileceğini söyleyerek bir bakıma ‘hakikatin’ “idea”da saklı olduğunu söylemiş oluyordu. Genel olarak etimolojiyle ilgili açıklamalardan sonra, suretin veya ideanın kaynağının ne olduğu sorusunu soran Üçer, bu soruya verilecek cevapla birlikte suret teriminin tarihsel bağlamda nasıl ele alındığı ve nasıl dönüştüğü sorusunun da cevaplanabileceğini ifade etti.

Platon felsefesinde suretin kaynağı maddenin dışında “idealar âlemi” iken, Aristoteles felsefesinde ise ‘suret’ maddeye içkin bir halde kabul edilmiştir. İbn Sina ise Platon’u eleştirerek maddeden bağımsız bir ‘idea’nın olamayacağını söylemekle birlikte, Aristoteles’i de eleştirerek suretin varlığına ilişkin herhangi bir soruşturmayı dışlayacak şekilde yalnızca maddede olamayacağını savundu. Bu itibarla İbn Sina Yeni-Eflatuncu noetai ideai düşüncesini kendine özgü ayrımlar ışığında yeniden yorumlayarak, kaynağını ‘‘Onuncu Akıl’, ‘Vâhibu’s-Suver’ veya ‘Faal Akıl’da bulan bir aklî suretler teorisi geliştirir. “Düşünmek icabeti çağıran bir yakarıştır.” Üçer’in söylediği İbn Sina’ya ait olan bu söz, ‘akli suretler’in kozmik akılların varlık tarzına özgü bir şekilde bulunduğu Faal Akıl ile ittisalin ancak düşünmek suretiyle olabileceğini ifade eder.
Üçer’e göre 17.yüzyıl ile birlikte burhânî düşünme yönteminin terk edilerek yerini matematiksel düşünme yöntemine bırakması idea, eidos, form veya suret terimlerinin de merkezi konumlarını kaybetmelerine neden olmuştur. Daha sonra terim olarak varlıkları sürse de değişmez özlerin kaynağı olarak formlar, artık metafizik bir âlemde, maddede ya da kozmik bir akılda değil, bizatihi insan zihnine içkin kavram ya da kategoriler olarak kabul edilmiştir. Klasik felsefe açısından ‘suret’in var olduğunu kabul etmenin doğa felsefesinde, ontolojide, ahlak felsefesinde ve epistemolojide neleri kabul ettiğimize yol açacağı üzerine açıklamalarda bulunan Üçer; modern felsefede aydınlanma ile birlikte geleneksel anlamıyla ‘suret’ düşüncesinin terk edildiğini söyleyerek, bunun hakikat ve öz fikri açısından doğurduğu sonuçlara değindi.

İkinci bölümde kullandığı yöntem üzerinde açıklamalarda bulunan Üçer, bu yöntemle neyi amaçladığını ifade etti. Üçer, İbn Sina’nın sadece ‘suret’ hakkında görüşlerini ortaya koymanın, çalışmayı sırf tasvîrî bir niteliğe büründüreceğini ve İbn Sina’nın felsefe tarihi bağlamında neyi başardığını ortaya koymayı zorlaştıracağını söyledi. İbn Sînâ’nın genel olarak felsefe tarihi içerisinde hangi sorunları çözdüğünü gösterebilmek için, öncelikle İbn Sina öncesi felsefi birikimin çok iyi bilinmesi ve filozofun tevarüs ettiği meydan okumaların tespit edilmesi gerekmektedir. Bu meydan okumaların, tarih içerisinde, herhangi bir felsefî öğretide dönüşümler yaratabilecek kadar önemli olduğunu belirten Üçer, yaptığı felsefe tarihi okumalarının bir felsefe sisteminin iki açıdan dönüşüme uğradığını gösterdiğini belirtti. Bunlardan birincisi; bir felsefi sistemin yeni bir paradigmatik düzleme, yeni bir dizgeye veya felsefi siteme tercüme edildiğinde yüz yüze geldiği yeni meydan okumalarla gerçekleşir. Yeni paradigmatik düzlem ya da öğretinin kendisinden kaynaklanan söz konusu meydan okumalara cevap verebilmek için ilk dönüşümüne uğrayan felsefi sistem, ikinci dönüşümünü ise dizge içi tutarsızlıkları uyuma kavuşturamaya çalışan yorumcular eliyle gerçekleştirir. Üçer, tarihsel bağlamda bu tezini Aristoteles felsefesinin, Rodoslu Andronicus, Aphrodisiaslı İskender gibi Peripatetiklerin yanısıra Plotinus, Porphyry ve Ammonius gibi Yeni-Eflatuncular elinde nasıl dönüştüğü örneğinde açıkladı.

Üçer, İbn Sina’dan önce çözülemeyen büyük aporiaların –varlık-cevher-suret ilişkisi, metafiziğin konusu, suretin cevherliği, suretin yeri, suret-madde ve kuvve-fiil ilişkisi sorunlarında olduğu gibi– İbn Sina’nın varlık-mahiyet ve vacip-mümkün ayrımı aracılığıyla yeni çözümlere kavuşturulduğunu ifade etti. Üçer, tezinin “Varlık ve Cevher” başlıklı birinci bölümünde İbn Sina’nın geliştirdiği “yeni metafizik tasavvuruna” değindiğini ifade etti. Aristoteles’te cevher, suret, metafizik, tanrı ilişkisi üzerinde durduğunu belirten Üçer, Aristoteles’in bu anlayışından bir “onto-teoloji”nin çıktığını iddia etti. İbn Sina’nın varlık-mahiyet ayrımı sayesinde yeniden formüle etme imkânına kavuştuğu varlık olmak bakımından varlık fikrini, metafiziğin en yetkin surete (Tanrı) atıfla inşa edilen onto-teolojik kuruluşundan farklı olarak herhangi bir surete ya da mahiyete referans barındırmayan mutlak varlık nosyonuna dayalı bir şekilde kurguladığını ifade eden Üçer, bunun metafizik tarihi açısından önemli bir kırılmaya karşılık geldiğini vurguladı.  İkinci bölümde “Cevher Olarak Suret” konusunu tartıştığını belirten Üçer, Aristoteles’in Andronicus ve Boethus gibi ilk dönem öğrencilerinin Kategoriler ve Metafizik Zeta arasındaki metin bazlı uyumsuzluktan cesaret alarak sureti araz olarak kabul ettiğini ve başta Aphrodisiaslı İskender olmak üzere Porphyry ve Ammonius gibi şarihlerinin Aristotelesçi kategoriler şemasını feda etmeksizin sureti cevher olarak belirlemenin yollarını aradıklarını ifade etti. Bu bölümde İbn Sina’nın cevher, araz ve zâtî gerekler ayrımını yeniden formüle ederek, bir yandan sureti cevher olarak ispat etmenin yeni bir yolunu bulduğunu, diğer yandan ise Aristotelesçi kategoriler şemasını yıkılmaktan nasıl kurtardığını tartıştığını ifade etti. Üçer, üçüncü bölümde “Neden Olarak Suret” başlığına hazırlık teşkil edecek şekilde Aristoteles, Aphrodisiaslı İskender ve Yeni-Eflatuncu şarihlerden yola çıkarak, İbn Sînâ’nın tevarüs ettiği Antik Helenistik mirasın “suretlerin nasıl varlığa geldiği, suretlerin maddede nasıl ortaya çıktığı ya da türlerin nasıl oluştuğu” sorularına ne tür cevaplar geliştirdiğini tartıştığını belirtti. Üçer, dördüncü bölümde İbn Sînâ’nın söz konusu antik-helenistik birikimle hesaplaşmak suretiyle, kendine özgü varlık-mahiyet ve vücûb-imkân ayrımları etrafında cevherî birliği koruyarak suretlerin, dolayısıyla türlerin varlığa gelişine nasıl bir açıklama getirdiği sorusunun cevabını aradığını ifade etti.

Son olarak, Aristoteles’in kapalı evren şemasında suretlerin bir yerden gelip bir yere gitmediğini belirten Üçer, Aristoteles’in Tanrı’sının varlık veren bir Tanrı değil hareket etmeksizin hareket ettiren bir ilke olduğunu ifade etti. Bu anlamda Aristoteles’in hareket merkezli bir maddî suret alış mekanizması geliştirdiğini söyleyen Üçer, bunun aksine İbn Sînâ’nın suretlerin meydana gelişini varlık merkezli bir ontolojik yetkinleşme fikri içerisinde açıklamaya çalıştığını belirtti. İbn Sînâcı bu yaklaşımı varlık-mahiyet ve zorunlu-mümkün ayrımlarının nasıl kullanıldığı etrafında açıklayan Üçer’in sunumu, sorularla sona erdi.

Leave a Comment