İpek Yolu’nun Kadim Camilerine Seyahat
Yazar: Esra Çifci
Çin’de İslam’ın tarihi tıpkı İran, Mısır ve Fas’taki İslam tarihi kadar eski ve köklü olmasına rağmen unutulmaya yüz tutmuş bir haldedir. İslam medeniyeti, Çin topraklarında Shangrila’dan Pekin’e kadar yayılmış, pek çok kalıcı izler ve etkiler bırakmıştır. 1400 yıla yakın geçimişe sahip Çin İslam kültürü, gerek ticaret yolları gerekse kalıcı yerleşimlerle Çin içlerine kadar ilerleyerek kendine özgü, nadide bir bir form kazanmış ve bu coğrafyaya kendi mührünü vurmayı başarmıştır.
Tıpkı Afrika’daki İslam kültürünün kendine özgü nitelikleri ve formu gibi Çin’deki müslümanlarda Çin kültürüne özgü bir İslam kültür mirası ve kimliği oluşturmuşlardır. Arap hattını Çin kaligrafisinin fırça darbeleriyle buluşturmuş, İslam’ın mesajını Çin’in kırmızı, yeşil, çivit mavisi ve altın sarısı renkelerine boyamış, ejderhalar ve anka kuşlarının, krizantemler ve lotusların sembolik dili ve mana dünyası üzerinden tevhid anlayışına Çince bir ses vermeyi başarmışlardır. Böylece benzersiz bir kültür, mimari ve entellektüel birikim oluşturarak gerek İslam mirasının gerekse Çin medeniyetinin bir parçası haline gelmişlerdir. Her ne kadar Çin’de müslümanlardan bahsedildiğinde akla ilk olarak Uygurlar gelse de, Çin İslam kültürünün oluşumunda en önemli katkılardan biri Çin’deki en büyük nufusa sahip olan ve Hui (*) olarak isimlendirilen müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiştir.
Çin’de bulunduğum dönemde beni en çok heyecanlandıran İslam medeniyetinin unutulmaya yüz tutmuş bu kadim parçalarını keşfetme arzusu oldu. Bu amaçla ilk olarak Çin İslam kültürünü keşfedebileceğim bir takım rotalar belirledim. Bunları yüzyıllardır müslümanlar tarafından kullanılmış kuzey ve güney Çin’deki kadim ticaret yolları, Çinli müslümanların İslam ilim merkezleri ve İbn Battuta gibi müslüman seyyahların Çin’deki güzergahlarına göre hazırladım. İlk sıraya ise müslümanların Çin’e giriş kapılarından olan İpek yolu güzergahını yerleştirerek 4 eyalete uğramam gereken ve günler sürecek uzun bir seyahate koyuldum. Zira İpek Yolu, eskiden olduğu gibi günümüzde de Çin’deki kültürel, etnik ve dini çeşitliliğin en canlı ve belirgin olduğu, farklı dönemlerden pek çok tarihi eserin ayakata kalabildiği bir güzergahtır. Bu yolun bana anlatacağı çok hikaye, tanıtacağı çokça millet ve göstereceği çok eser olduğu kanaatindeydim.
16. yüzyılda Çin’e gelen cizvit misyoner Matteo Ricci yazdığı bir kitapta, Çin’deki müslümanların bu topraklara uzun yıllar önce yerleşip sarayın pek çok kademesinde son derece etkili olduklarını hayretle dile getiriyordu. Ayrıca Müslümanların Çin’de neredeyse her şehirde önemli bir nufusunun ve görkemli camilerinin olduğunu ifade ediyordu. Yine 1920-30’lu yıllarda Çin’deki müslümanların hristiyanlaştırılması ile görevli misyoner Claude L. Pickens’da (1900-1985) İpek Yolu üzerinde yerleşmiş kuzeybatıdaki Çinli müslümanlar hakkında benzer bilgiler veriyordu. Pickens’ın bu konuda önemli kanıtlarıda vardı. Zira Pickens, özellike İpek Yolu güzergahında yaşayan Çinli müslümanların eserlerini, yüzlerini, medreselerini ve hayat tarzlarını kayda aldığı büyük bir fotoğraf arşivi oluşturmuştu. Henüz benim yaşlarımda iken bu arşivi oluşturmuş olan Pickens’in fotoğraflarındaki yerleri yıllar sonra ziyaret etmeyi çok istesem de Kültür Devrimi döneminde tıpkı diğer dinlerin kültürel mirası gibi Çinli müslümanlara ait pek çok eserin yıkıldığını öğrendim. Pickens’ın fotoğraf arşivinde yer alan medreseler ve camilerin pek çoğu çoktan yok olmuştu. Bu sebeple bu fotoğrafları da bir kenara bırakıp, hala ayakta kalabilen eserleri bulmaya karar verdim.
Bazen uzakta küçük bir köyde unutulmuş, bazen ayakta kalmasına müsade edilmiş, bazense Çinli müslümanların o dönemdeki çabaları ile yaşama tutunabilmiş az sayıdaki bu orjinal eserleri bulmaya yöneldim. Bunların büyük çoğunluğu camilerden oluşuyordu. Çin’deki tarihi camilerin günümüze ulaşabilmesinde 1980’lerden itibaren Çin yönetiminin dini özgürlük anlayışını benimseyerek bakım, onarım ve koruma yönünde ortaya koyduğu çabaların da önemli bir katkısı bulunuyordu. Bu sebeple rotamı İpek Yolu’nun Çin’deki kadim Camileri olarak belirleyip Çin İslam Mirasını keşfetmek ve fotoğraflamak üzere seyahate koyuldum.
Şangay’dan yola çıkıp, ilk olarak İpek Yolu tüccarlarının Çin’e giriş kapısı olan Gobi Çölü’ne giderek Dunhuang’dan seyahatime başladım. Ardından bir diğer ticaret güzergahı olan Tuz Yolu’ndan geçerek Tibet ile Çin’in buluştuğu yollardan geçtim. Bu sırada Çin medeniyetinin can kaynaklarından biri olan Sarı Nehre uğradım. Zira Orta Asya, Arap ve Fars diyarlarından gelen Müslümanlar da bu yolları kullanarak Çin’e giriş yapmış, bir kısmı Çin medeniyetinin besleyen Sarı nehrin sularından içince nehir boyunca yerleşmeye başlamışlardı. Gansu koridorundan geçtikten sonra Kuzey Tibet sınırlarındaki Qinghai Bölgesine doğru ilerledim. İlk olarak Qinghai’ın merkezi Xining’de yer alan altı yüz yıllık Dongguan Camii’ni ziyaret ettim. Dongguan Camii, 1380 yılında müslümanlarla yakın ilişkisi ve onlara olan sempatisi ile tanınan Ming İmparator Zhu Yuanzhang tarafından inşa ettirilmişti. Çin kültüründe bir imparatorun cami inşa ettirmesi kulağa biraz şaşırtıcı gelebiliyor. Ancak Çin düşüncesinde mabedler, sema ve arz arasındaki yani kozmozdaki dengenin sağlandığı kutsal yerler olarak görülüyordu. Bu dengenin sağlayacısı ise “insan”dı. İnsan ritüelleri yerine getirerek kozmozdaki denge ve uyumu koruyan, harmoniyi sağlayan merkezi unsurdu. Bu sebeple Çin tarihinde mabed inşası anlayışının diğer dinlere yönelik yaklaşımı da etkilemiş olabileceği kanatindeyim. Ancak bu dengeyi altüst eden de yine insan olabiliyordu. Zira Dongguan Camii, iç isyanlar sonucunda 19. yüzyıl sonlarında yanmış ve yıkılmıştı. 20. yüzyıl başlarında ise aslına uygun olarak yeniden inşa edilmişti.
Bölgedeki ikinci durağım yine 600 yıllık geçmişe sahip bir diğer cami olan Hongshuiquan Camii (1410 veya 1700) oldu. Şehre oldukça uzak, yüksek bir dağın tepesine kurulmuş küçük bir köyde yer alan cami, 14. yüzyılda yine bir Çin impratoru tarafından müslümanlara hediye olarak inşa ettirilmişti. Caminin konumu ve uzaklığı sebebiyle ulaşımım son derece zor oldu. Caminin imamı hem Çinlilerin hem de yabancıların bu camiyi az bildiğini ve pek az ziyaretçisinin olduğunu söylüyordu. Yaşlı imam, uzun yılların ardından gelen nadir yabancı ziyaretçilerden biri olduğumu ifade ederek beni güleryüzle karşılayıp cami hakkında bilgiler verdi. Hongshuiquan Camii’nin en önemli niteliği ise hiç bir yıkıma ve değişikliğe uğramadan günümüze kadar yaşamayı başarabilmiş olmasıydı. Cami, mimarisi kadar içerisindeki manevi ruhunu da yüzyıllardır korumuş görünüyordu.
Qinghai eyaletinin ardından Hui Müslüman özerk bölgesi olan Ningxia‘ya geçerek yaklaşık 700 yıllık tarihe sahip Tongxin Camii’ne doğru yol aldım. Tongxin Camii, merkez Yinchuna’a dört-beş saat kadar uzaklıkta bir ilçede yer alıyordu. Anlatıldığına göre 1300’lü yıllarda Yuan hanedanlığı döneminde moğol budist tapınağı olarak kullanılıyordu. Ming hanedanlığının yönetime geçmesi ile Moğol etkisi kırılınca, bölgedeki yoğun müslüman nüfus nedeniyle olsa gerek, mabed yöneticiler tarafından müslümanlara verilmiş ve camiye dönüştürülmüştü. Tongxin Camisi, sonraki hanedanlıklar döneminde ufak restorasyonlardan geçmiş, kültür devrimden sağ kalarak çıkmayı başarmış bir camiydi.
Ningxia’daki ikinci durağım ise yaklaşık beşyüz yıllık tarihi olan Na Jia Hu Cami oldu. Ming hanedanlığı sarayında önemli bir rütbeye sahip olan müslüman Na ailesi tarafından yaptırılmıştı. Kültür Devrimi döneminde yıkıma uğramaması için bölgedeki müslümanlar camiyi bir süre imalathane olarak kullanmak zorunda kalmışlarsa da seksenler sonrasında tekrar cami olarak açılmıştı. Gerek Tongxin gerekse Najiahu Camileri insanı gerçekten bambaşka alemlere taşıyordu. Özellikle Najiahu Cami’de kullanılan mavi yoğunluklu tonlar ve altın sarısı ile yıldızı andıran parıltılı süslemeler, insanı adeta kozmozun derinliklerine çekiyordu.
Yolculuğumun son durağı, İpek Yolu’nun bitiş noktası olan Xi’an şehri ve buradaki Camii (Xian Ulu Cami) oldu. Tang hanedanlığı döneminde inşa edildiği yönünde iddialar olan dolayısıyla bin yılı aşkın bir tarihe sahip olduğu düşünülen bir camiydi.(**) Ancak asli halini Ming ve Qing hanedanlıkları döneminde yapılan eklemeler ve onarımlarla aldığı düşünülmektedir. Caminin ön mescidindeki iç süslemeler bana Arap, Orta Asya ve Fars esintileri ile Çin mimarisinin birleşim ve kombinasyonunu anımsattı. Çin’de İslam kültürü denildiğinde akıllara gelen ilk ve en eski camilerden olduğu için sanırım bu camide dünyanın farklı bölgelerine ait İslam mimarisinden izleri harmani içerisinde bir araya gelip Çinli kıyafetler giyinmiş hissi uyandıryordu.
Gezim boyunca camilerin her birine ulaşmak için çok emek sarf etmem gerekse de her birinde farklı tecrübeler ve duygular yaşayıp, Çinli müslümanların dünyalarına, sofralarına ve sohbetlerine dahil olma şansı edindim. Benim için Çin’in kadim camilerinde insanı hayran bırakan en önemli özellik, İslam’ın bu topraklarda inşa ettiği özgüvenli kimliği oldu. Zira camiler her ne kadar dışarıdan Çin mimarisi ile özdeşleşiyor olsa da içeri girdiğinizde herşey İslam mimarisinindeki temel unsur olan tehvid çizgisinde buluşturulmuştu. Tüm desenler ve bezemeler, İslam’daki aynı mesajı farklı bir dil ve mimari tarzla ifade ediyordu. Örneğin Tibetlilerin yoğunlukta yaşadığı bölgede inşa edilen Hongshuiquan Camii, Tibet mimarisinin şekli yapısına göre inşa edilmesine rağmen tam anlamıyla bir mescid olarak sizi sarıyordu. Bu durum Çin’deki tüm tarihi camiler için geçerliydi. Her biri inşa edildikleri bölgenin Konfüçyanist, Budist, Taoist mimarisini, yerel süslemeler ve desenlerini esas alıyor olsa da onları İslamlaştırmayı başarıyordu.
Çin’in kadim camileri, dönemin Çinli müslümanların kimlik algılarının bir yansıması olarak karşımda duruyordu. Çinli müslümanlar bereket, rahmet, erdem gibi anlamlar taşıyan krizantem, lotus çiçeği, bambu ağacı gibi desenleri kullanmaktan çekinmemişlerdi. Tarihi camilerin dış çatı süslemelerinde Çin mimarisinin olmazsa olmaz unsurlarından olan, kudret ve rahmet gibi kavramları sembolize eden ejderha figürleri; hikmet, irfan ve dürüstlüğün sembolü olan anka kuşu bezemelerinin kullanılmasında da bir sakınca görülmemişti. Bunanla birlikte iç süslemede tamamen sadelik, Kur’an’dan ayetler, üslüba çekilmiş çiçeklere yer veriliyordu. Pagoda şeklindeki minareleri ve cami pencereleri hem Orta Asya hem de Çin geometrik desenleriyle süslenmişti. Çin mimarisinde olduğu gibi ahşap ve taş bir arada kullanılmış, mekan algısında yükseklikten ziyade yataylık ve genişlik tercih edilmişti.
Çin’deki İslam mirası, müslümanların kendi dini kimlikleri ile uyumlu, birarada yaşama anlayışının en güzel örneklerindendi adeta. İslam, tarih boyunca pek çok farklı kültür ve coğrafya ile buluşmasında olduğu gibi sanki berrak bir su gibi akan mesajıyla bu topraklarda süzülürken bir yandan da geçtiği toprağın rengini yansıtmasıyordu. Buna rağmen kendi su olma niteliğinden hiç bir şey kaybetmiyordu. Bu birarada yaşama anlayışından olsa gerek Çin’de müslümanlar tarihte en sadık tebaa olarak kabul edilmiş, impratorlar tarafından korunup kollanmış, Çin kültürü içerisinde kendi ilmi, kültürel ve manevi miraslarınıda dair kalıcı izler bırakarak huzurla yaşamayı başarabilmişlerdi.
İpek yolunun kadim camileri her ne kadar geçmişte Çinli müslümanların bu topraklardaki özgüvenli kimlik anlayışını yansıtıyor olsa da İslam dünyasının genelinde olduğu gibi modern dönemde yaşadıkları kimlik arayışını da yansıtmaktan geri durmuyordu. Zira ziyaret ettiğim camiler içerisinde Dongguan Camisi’nin hikayesi bunun en bariz örneklerindendi. Camiyi ziyaret etmeden önce bana 14. yüzyılda inşa edilmesine rağmen isyanlar sırasında yandığı ve 1913 ve 1949 yıllarında aslına uygun olarak inşa ve restore edilidiği söylenmişti. Ancak caminin giriş kapısındaki kubbeli ve minareli yapı kafamı karıştırmıştı. Zira tarihi bir Çin camisinden ziyade Arap mimarisinden bir örnek görüyordum. Ancak avluya girince tarihi kısmı görebildim. Bu durumu biraz araştırdığımda minare ve kubbenin 1979 yılında eklendiğini öğrendim. Zira bu dönemde Çinli müslümanlar arasında yükselişe geçen selefi hareketin (Yihiwanu) etkisi ile caminin girişine arap mimarisine göre bir kapı yaptırılması gerektiği yönünde ısrar edilmişti.
Bazıları için bu ikili yapı, iki kültürün bir aradalığını temsil eden bir nitelik olarak da yorumlanmakla birlikte bir taraftan da arada kalmışlığı sembolize ediyordu. Günümüzde Çinli müslümanlar bazen geleneksel cami tarzını devam ettiriyor olsa da çoğunlukla yüksek kubbeli arap mimarisine andıran camileri inşa etmeye yönelmişler. Özellikle pek çok yeni camisi ile meşhur Xining bu durumun en güzel örneklerindendir (Örneğin: Nanguan camii, Xining). Bu mimari kimlik arayışı dönem dönem yönetim ile Çinli müslümanların fikri ayrılıkları ile de sonuçlanabilmektedir.
Farklı medeniyet havzalarındaki İslam kültür miraslarının tanınması ve tanıtılması, bu eserlerin korunması ve yaşatılması yönünde önemli bir katkı sağlayacağı kanaatindeyim. Zira bu eserlerin hem geçmişteki tecrübelerin anlaşılması hem de İslam dünyasının bugün yüzleşmekte olduğu pek çok sorun ve krize farklı perspektifler sunabileceğini düşünüyorum. Her ne kadar Korona virus nedeniyle arayışlarıma uzun soluklu bir ara vermek ve diğer rotalarımı rafa kadırmak zorunda kalmış olsam da birgün Çin’deki kadim camilerin tamamını ziyaret edebilmeyi ümit ediyorum.
(*) 8. Yüzyıldan itibaren Arap, Fars ve Orta Asya’dan Çin’e gelen müslümanların zamanla Çinlileşmiş müslümanların etnitisesini ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Zamanla müslümanlaşan Hanlar (Çinli)’da bu grubun içerisinde anılmaktadır. Hui ve Uygurların yanı sıra Çin resmi olarak tanımış diğer müslüman etnik gruplar içerisinde Salar, Boan, Dongxiang, Tatar, Kırgız, Kazak, Tajik ,Özbek’lerde yer almaktadır.
(**) Bazı araştırmacılara göre Cami Tang hanedanlığı döneminde değil Ming döneminde inşa edilmiştir. Bazı araştırmacılar ise Tang hanedanlığı döneminde ilk temellerinin atıldığı, Song, Yuan döneminde biraz genişletildiği, Ming ve Qing hanedanlıkları döneminde ise asıl halini aldığı kanaatindedir.