İslam’ın Bugünkü Meseleleri

Yazar: Ahmet Beşir Okumuşlar

İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Erol Güngör, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, 264 S.

Prof. Dr. Erol Güngör, Türk-İslam ilim hayatında önemli münevverlerimizden olan, Ahmet Kabaklı’nın deyişiyle; ilim kulesinden hiç ayrılmayan ama sezgi ve zekâ merakının özel dürbünleri ile etrafta olan, oluşa hazırlanan her şeyi görebilen ülkemizin son iki yüz yıllık kurak entelektüel yaşamında yetişmiş ender şahsiyetlerden birisidir. Genç bir yaşta; 45 yaşında, bu fani dünyadan ukbâ âlemine irtihal eyleyen yazar, ömrünün erken bir dönemin de fani dünyadan ayrılmış olmasına rağmen sunmuş olduğu eserler ve hizmetleriyle ilmi hayatta zaman içinde zaman mefkûresinin şahsında filizlendiği bir ilim adamıdır. Türk-İslam düşüncesine dair fikirlerini sade ve akıcı bir üslup ile eserlerine yansıtmış olan Erol Güngör sosyal psikoloji dalını da ülkemizde önemli bir alan haline getirmiştir. Erol Güngör’e göre, bir toplumun ayakta kalması için ortak davranış kalıpları geliştirmesi ve bu kalıplara süreklilik kazandırması gerekmektedir. Çünkü örf ve âdetler, bir diğer deyişle ahlâkî normlar, bir toplumun temelini oluşturan ihtiyaçları beslemektedir.1 İslam âleminin içinde bulunduğu durumu da göz önüne alarak bu yazı da Prof. Dr. Erol Güngör’ün önemli eserlerinden olan “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabı değerlendirilecektir. 

On yedinci yüzyılda devrimler çağının başlaması ve takip eden dönemde -on sekizinci yüzyıl- sanayi devriminin başlayıp hız kazanmasıyla Avrupa kıtasında teknolojik ve iktisadi gelişmeler yeni bir dünya ortaya çıkartmaktaydı. Oluşmaya başlayan yeni düzen toplumların ekonomik ve kültürel sistemlerinde dönüşümü mecburi kılmaktaydı. Bu dönemde İslam Dünya’sında gelişen yeni teknolojik sistemlere ve ekonomik modellere karşı alternatiflerin geliştirilememesi, Avrupalı devletlerin sömürge hareketlerinin hızlanması ve etkilerinin artması sonucu olarak Müslüman devletlerde hissedilen otorite kaybı İslam toplumunda birçok soruyu ve sorunu beraberinde getirmekteydi. Şekillenen yenidünyada yeniden güçlü bir konuma gelebilmek için Avrupa’yı askeri ve ekonomik alanda yakalama ihtiyacı entelektüel alanda da ortaya çıkmış ve birçok meseleye cevap aramalarına ortam hazırlamıştı. “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı eserinde yazar, Müslüman coğrafyalarda iki yüz yıldır tartışılmakta olan ve Müslümanlar için bir çıkmaz haline gelmiş meselelere yeni bir bakış açısı kazandırmak istemektedir. Yazar kitabını beş ana başlık ve onların muhteva ettiği alt başlıklardan inşa etmiştir. Kitabın önsözünde selefilik meselesi ile bir girizgâh yaptıktan sonra ilk bölüm olarak “Yeni Bir Dünya” başlığı ile meselelere değinmeye başlamıştır.

İlk bölümde “Yeni Bir Dünya” diyerek yola çıkan yazar “İslam’ın Uyanışı”  alt başlığı ile doğru bir tespitte bulunabilmek adına uyanış için getirilen üç farklı tespite yer vermektedir. Bu görüşleri özetlemek gerekirse; ilk görüşe göre İslam’ın yeniden değer kazanmasının nedeni olarak dünyada artan nüfus ile beraber enerji ihtiyacının artması ve enerji kaynakları ile enerji yollarının Müslüman ülkelerin elinde bulunmasıdır. İkinci görüş, Müslüman ülkelere yerleştirilmeye çalışılan siyasi, iktisadi ve sosyal sistemlerin iflas etmesidir. Üçüncü görüş ise Müslüman topraklarda yaşanan uyanışın çok da şaşırtıcı olmadığı, Avrupalıların ve Ortadoğu’da bulunan laik kesimin yanlış teşhislerinden kaynaklaması olarak yorumlanmasıdır. Güngör, bu görüşleri sıralamasının ardından bu uyanışın bütün Müslüman topraklarda var olmasının şaşırtıcı olmadığını ve bunu Müslümanların modernite sancısı olarak tarif etmektedir. İslam Dünya’sının, Modernleşme ve Batılılaşma arasındaki ayrımın tam yapılmayışından kaynaklı bir şikâyetinin var olduğunu iddia eder. Aslında, ‘Bu uyanış hareketlerinden kaçı başarılı olabilmiş veya dünyaya bir teklif sunabilmiştir?’ sorusunun sorulması gereklidir. Kitabın yazıldığı ve basıldığı dönem de Irak-İran Savaşı başlamış, üzerinden bir sene geçmiştir. Müslümanlar kendi içlerinde yaşadıkları sorunlardan dolayı halen çatışmayı sürdürmektedir. Yaşadığımız dönem içeresinde bu ayrılıklar daha da artmıştır ve Arap Baharı ile birlikte Müslümanların yaşadığı bölgelerde ki anlaşmazlıklar sıcak çatışmaya dönerek Müslüman milletleri daha da zayıflatmıştır. Bu nedenle ‘Müslüman toplulukların bir uyanış içeresinde olduğu’ üzerinde düşünülmesi gereken bir iddiadır. Bir uyanışın olduğu muhakkaktır. Fakat bu nasıl bir uyanıştır? Bu başlığın sonlarında Güngör bu uyanışın hak ettiği manada gerçekleşmesi durumunda caydırıcı bir unsur olacağını, fakat bu yolda birçok engelin var olduğundan da bahsederek bu anlayışın yaygınlaştırılmasını arzu etmektedir. Aksi halde yukarıda bahsedilen husumet ve çatışmaların son bulamayacağını da eklemektedir. 

Eserde ikinci olarak ele alınan alt başlık “Uyku ile Uyanıklık arasında”dır. Bu başlık altında yazar, Müslümanların gerileme sebebi olarak popüler telakkinin ve sonucunda devleti yönetenlerin dinin emrettiği şeyleri yapmadıklarından dolayı geriledikleri iddiasına karşı çıkarak güzel bir tespit yapmaktadır: “İnsanlar gerileme dönemlerinde dinden uzaklaşmak yerine dine daha çok bağlanırlar çünkü çözemedikleri bir meseleye karşın inançlarından destek almaya daha çok ihtiyaçları olacaktır.” demektedir. Bu noktada asıl noktanın dinden uzaklaşmak olmadığını söylemektedir. Bu mevzunun önemli olmasının sebebi, yazarın ortada var olan gerileme hastalığına yanlış teşhis konulduğunu düşünmesindendir ve gerilemenin sebeplerinin farklı yerlerde aranması gerektiğini söylemektedir. Çünkü yanlış teşhis, yanlış ilaç getirir ve bunun sonucunda hastanın iyileşme beklenemez. Bölümün devamın da yazar medrese ve tekke, sünnilik ve sufilik meselelerini ele almaktadır. İlk zamanlarda birbirinden farklı anlamlar taşıyan bu yapıların daha sonra ortak bir nokta oluşturdukları ve bu yapıların birbiriyle iç içe yaşamaya başladıklarından bahsetmektedir.  

Bir diğer alt başlık olan “Avrupa, Hristiyanlık ve İslam” başlığı altında Toynbee’nin medeniyetler ile alakalı anlayışı ve fikirleri ile konuyu anlatan yazar, A. Toynbee’nin “Medeniyetler doğar ve ölür.” tezi ile uyandırdığı rahatsızlığa değinerek, İslam’ın yeni bir silkiniş ile Batı’da oluşturduğu tedirginlikten bahsetmektedir. Metinde “İslam’ın yaşama gücünün” çok dikkat edilmesi gereken bir nokta olduğu görülmektedir çünkü İslam, Rönesans ile başlayan sanayi devrimiyle hızlanan iktisadi, kültürel ve siyasi alanda yaşadığı gerilemelere rağmen Çin, Rusya gibi dini yasaklayan ülkelerde yaşanan zulme karşı Müslümanları yaşamaya ve yaşatmaya devam edebilmektedir. Müslümanlar zayıflasa da İslam’ın insanlığa söyleyecek sözü halen vardır. Osmanlı’da vâr olan nizam-ı âlem düşüncesi, temeline dünya düzenini değil insanın düzenini almıştır. İslam’i bakış içersinde nizam-ı âlem madde ve manevi olanda bir ahengi beraberinde getirmektedir. Bu ahenk İslam’ın söz söyleme gücüne güç katarken, makineleşmiş bir canavar haline gelen Batı Uygarlığın’da “Sezarın hakkı Sezara, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” söylemiyle çıkmaza doğru giden Avrupa’yı söz söyleyemeyecek hale getirmektedir. Batıyı sadece madde olarak gören Müslüman toplumunun aksine Güngör bu bölüm de okura anlattıkları ile Avrupa’nın, bir başka deyişle Hristiyanlığın, merkezinin de madde ve maneviyat söylemini bünyesinde barındırdığını okura göstermektedir. Buradan hareketle, Avrupa sadece madde ile uğraşmamıştır aynı zaman da maneviyat ile alakalı insanın içsel dünyasıyla da ilgilenmiştir. Fakat başarılı olamamamıştr.

İkinci başlık “Zihin ve Hayatın Düzeni” olarak okuyucunun karşısına çıkmaktadır. Bu bölüm üç alt başlıktan oluşmaktadır. Yazar, bu bölümde Avrupa felsefesinin yaşadığı süreçten bahseder daha sonra İslam felsefesine geçerek mevzuatı karşılaştırmalı olarak ele almaktadır. Güngör, Avrupalı anlayışta; “ilim her şeyin temelinde maddenin bulunduğunu ve mekanik kanunlarına tabi olduğunu gösterdiklerini”2 söyler. Buradan anladığımız: Avrupa, ilmin temeline aklı koymaktadır ve akılcı açıklamalarla kendisini desteklemektedir. İslam ise realiteyi hem akılcı kavramlar, hem de sezgi ile anlayabileceğimizi söylemektedir. Müslümanlar, ilk fetih hareketleri ile otuz sene içeresinde iki büyük imparatorluğa karşı büyük zaferler kazanmışlar ve büyük insan toplulukları ile karşılaşmışlardır. İlerleyen M.S. 8-12 yüzyıllarda “Beytü-l Hikme”de başlattıkları ilmi faaliyetler ile kapılarını din ve medeniyet ayrımı gözetmeden ilim adamlarına açmış ve hem Antik Yunan’ın bilgi birikimine, hem de Asya’nın bilgisine erişebilmişlerdir. Bu aynı zamanda Müslümanları önceki medeniyetlerin ilmi anlamda mirasçısı yapmaktadır. Müslümanlar değişen bu dünyada halen söyleyecek sözü olan insanlardır. Önemli olan bu makine çağında bunalım içeresinde olan modern insana karşı bir iddia ile ortaya çıkabilmektir. Yazar da “her çağ kendi imkânlarıyla İslam’a yeni yorumlar getirecektir.” demektedir. Güngör bu fikriyle İslam’ın söyleyecek sözünün halen olduğunu, mühim olanın bunu bulabilmek ve idrak etmek olduğunu Müslümanlara anlatmaktadır. Bu fikri desteklemek adına Fethi Gemuhluoğlu üstadın şu sözlerini hatırlatmak yerinde olacaktır; “Bu büyük Osmanoğlu, bu efsanevî Osmanoğlu, bu İ’lâ-yi Kelimetullah üzere halk edilmiş olan Osmanoğlu… İ’lâ-yi Kelimetullah kendisine verilmiş olan Osmanoğlu, ve alınmamış olan Osmanoğlu… Verilmiş de alınmış değil; buna bilhâssa işâret ederim. Aklımızı başımıza devşirelim; bu emânet onlara verilmiş fakat alınmamıştır. Bunu gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkuş hâle getiriniz. Bu emânet verilmiştir, alınmamıştır. Min tarafillah’dır. Min tarafillah kaldırılabilir. Min tarafillah kaldırıldığına dâir bir işâret yok.”3  

Kitapta yer alan birçok bölümde görülen nokta, Erol Güngör’ün kullandığı dil ve sade üslubu sayesinde olayları daha berrak bir şekilde sunmasıyla bu zaman kadar konuşmaktan kaçındığımız mevzuların karşımıza bir tokat gibi çıkmasıdır. Edebiyat ve Din bahsinde ele alınan mevzu, Batı’nın verdiği eserlerde Hristiyan kültürüyle eser vermesidir. Elbette bundan daha doğal bir durum düşünülemezdi çünkü insan, inancının penceresinden dünyaya bakan bir varlıktır. Güngör’ün “Dinler insana kendisi ve kâinat hakkında bir görüş getirir. İnsan onlarda kendi mahiyeti ve kâinattaki yeri hakkında bir bilgi şeması bulur; kendi başlangıcını ve sonunu görür.”4 diyerek bahsettiği bu durumdan çıkardığımız sonuç çarpıcıdır. Modernite, Avrupa’da ortaya çıktıktan sonra Rusya’yı da derinden etkilemiştir.  Rus edebiyatında o dönem yazılan eserler içeresinde manevi olana sarılma çabası, edebiyat ve dinin yani ilim ve sanatın bize sunduğu insan hakkında bilgi sahibi olmanın yegâne yoludur. Bu minvalde bilinmeyen bir canavar olan moderniteye karşı bir dayanak noktası oluşturan yazarlar inanca (manevi olana) sarılarak eserler çıkartmışlardır. Bu konuya değinilme sebebi ise bir önceki bölümde insanların asıl zor dönemlerde dine sarıldıklarını göstermesi açısından önemliliğidir.  

Metnin devamında milliyetçilik meselesinin İslam Milleti’ne girmesi anlatılmaktadır. Bu bölüm içerisinde yazar, halifelik makamının gücünü ve mahiyetini bize göstermesi açısından güzel tespitlerde bulunmaktadır. Yazarın halifelik makamı sahibi Osmanlı Devleti’nin kaderi ile İslam Dünya’sının kaderini bir tutması çarpıcı bir tespittir. Zira Osmanlı’nın zayıflamasına rağmen hilafet makamını barındırmasından dolayı dönemin sömürgeci güçleri tarafından halen büyük bir tehdit unsuru olarak görülmesi ve Güngör’ün aktardığıyla İngilizlerin bile savaşın hilafete karşı olmadığı bilakis halifeyi kurtarmak için yapıldığı yalanını söylemesi bir başka ilginç anektod olarak kitap da yer almaktadır.

Buna ilaveten Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in de isyanının Halife’ye değil, bozkurda ibadet edecek derecede Turancı olanlara karşı olduğunu söylemesi bir başka enteresan olaydır. Çünkü Osmanlı gibi bir devletle savaşı göze alan bu yapılar halifelik makamını karşılarına almaktan imtina etmektedirler. Bu örneklerden çıkardığımız sonuç hilafet makamının sadece manevi bir olgu olmadığı, aynı zamanda siyasi de bir olgu olduğudur. O zor dönemde Müslümanların teknik olarak zayıflamış olmalarına rağmen kendilerini bir arada tutan bir üst makamın varlığını hissetmeleri ve onun etrafında toplanabilmeleri bile bazı çevreleri korkutmaktadır. İlerleyen süreçte, hilafet kaldırıldıktan ve hilafet topraklarında rejim değiştikten sonra, Türkiye’nin böyle bir meselesi kalmamıştır. Fakat Osmanlı dağıldıktan sonra ortaya çıkan Müslüman devletlerde despot idareciler başa gelmiş ve geçen zaman aralığında yumuşayan düşmanlıklarla da Türkiye yeniden bütün İslam âleminin kaderiyle ilişkili hale gelmiştir. Bu fikirlerin dile getirildiği yılların üzerinden 38 sene geçmesine rağmen Türkiye, dünyada yaşayan Müslüman toplulukların umutlarının filizlendiği bir ülke konumuna gelmiştir. Bunun kökeninde de Fethi Gemuhluoğlu’nun işaret ettiği “İ’lâ-yi Kelimetullah” yatmaktadır.

Kısacası İslam’ın Bügünkü Meseleleri adlı eserde okumuş olduğumuz mevzular iki yüz yıldır içerisinden çıkılamayan bir yumak haline gelmiş olayların özeti gibidir. Avrupa Uygarlığının başlattığı makineleşme ve bununla beraber hayatlarımıza giren iktisadi, kültürel ve ekonomik alanda ki birçok mesele gerileme olarak görülmüştür. Müslümanlar sorun teşkil eden bu meselelere yaklaşırken sorunları görmezden gelerek aynı zamanda tarihsel bağlamı da görmezden gelmiş ve bu şekilde çözüm bulmayı ümit edegelmiştir. Moderniteye karşı İslam Medeniyetinin söyleyecek sözü olduğunu fark ettikleri gün, çözümün bulunduğu gün olacaktır. Erol Güngör bu kitabında ele aldığı konular ile keşfinden kaçılan sorulara tarihsel bağlamdan kopmadan bir bütün halinde cevap aramaktadır. Cevap aramanın yanı sıra da olaylara nasıl yaklaşmamız gerektiğini sade bir dil ile izah etmektedir. Kitabı bugünün gerçeklerini unutmadan okumak, Müslümanlara içerisinden çıkamadıkları sorunlar karşısında yeni ufuklar açabilecek niteliktedir. 

Kaynakça

1-Güngör, Erol.  Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010, ss.93-95.

2- Güngör, Erol. İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1998: 63.

3-Gemuhluoğlu, Fethi. (2009, Haziran 20). Dünya Bizim: https://www.dunyabizim.com/alinti/fethigemuhluoglunun-dostlugu-h1361.html adresinden alındı.

4-Güngör, Erol. İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1998: 97.

Leave a Comment