İstanbul: Medeniyetlerin Beşiğindeki Mücevher
Yazar: Andi Nicolae
Merhaba! Ben Andi. 20 yaşında Romanyalı bir Tıp fakültesi öğrencisiyim. İki yıldır Türkçeyi kendi kendime öğreniyorum. Hepinizle bu hikayeyi paylaşma fırsatım olduğu için çok mutluyum çünkü kendim için çok özel bir yerden bahsedeceğim. Cazibesiyle emsalsiz bir yerin üzerimde bıraktığı ilk izlenimlerden ve merakla gezerek keşfettiğim güzelliklerden söz edeceğim.
2018 yılının yazında, ilk defa ailemle birlikte, dünyanın daha önce hiç keşfetmediğim bir bölgesine seyahate çıktım. Benim gibi başka milletlerin tarihi ve kültürünü merak eden biri için mutlaka görülmesi gereken bir yer burası. Orta Doğu’nun kapısında bulunan, masmavi bir suyun iki kenarında çağlar boyunca çeşitli halkları, dinleri ve farklı kültürlerin mimari şaheserlerini içinde barındıran hatta yeryüzünde kurulmuş en güçlü imparatorlukların eski başkentiydi. Burası İstanbul’du.
Haliç’in altın bir çerçevesinde gün batımının donattığı Ayasofya’nın gizemli çehresini seyre dalarak sihrinde kayboluyordum.
İstanbul’a gitmeyi ilk planladığımda zamane medeniyetinden daha çok, bin yılı aşkın bir süreçte Bizans halkının şehrin üzerinde bıraktığı izleri merak ettiğim söylenebilir. Tarih hocamızın anlattığı Ayasofya’nın ya da Bizans surlarının görkemi ve büyüklüğü hakkındaki hikayeleri merakla dinlerken bir gün kendimi o manzaraya hayran kalırken bulmayı düşlüyordum. Türkiye’ye ilk girdiğimde beklediğimden farklı bir yerle karşı karşıya kaldım, her adımımda canlı havasıyla beni sürekli şaşırtan bir aleme gelmiştim.
İstanbul, manzaraların ve medeniyetlerin her türünü bir araya getirmeyi başaran çağların ve dönemlerin ustalıkla ortaya çıkarıldığı bir eserdir. Bir otobüs penceresinin arkasından dikilen Silivri Marmara Denizi kadrosunda küçük evlerinden yol kenarlarını süsleyen kocaman gökdelenlere; sivri beyaz minarelerden limana yönelip denize dökülen sokaklardaki kalabalığa kadar bu şehrin şekillerini ve silüetlerini ilk defa görmeye başlıyordum. Haliç’in altın bir çerçevesinde gün batımının donattığı Ayasofya’nın gizemli çehresini seyre dalarak sihrinde kayboluyordum.
Şehrin asırlardır atan tarihi kalbi olan Fatih, eski Bizans medeniyeti üzerine yükselen Osmanlı döneminden kalma her türlü mimari mücevherler arasına sinmiş kalabalığın canlılığıyla beni bambaşka bir dünyaya sürüklüyordu. Köşe başında oyunları bitmeyen dondurmacılar, Beyazıt Meydanında geleneksel lokum, pişmaniye ya da kat kat baklavaların tadına bakmaya davet eden bir tatlıcının dükkanında bir anda kendimi ağırlanmış buluyordum. Türkler misafirperverlik konusunda dünya çapında meşhurlar. Bu öyle yaygın bir özellik ki, burada konuğa ikramda bulunmaktan çekinen dükkan sahibine seyrek rastlanır. Ben de bu dillere destan olmuş sıcakkanlı insanlarla her adımda karşılaşarak onların değerli tavsiyelerinden yararlanıp nefis lokmalarının tadına bakarken bu şehrin havasına iyice dalmıştım.
İstanbul, beni de sıcakkanlılığı, canlılığı ve misafirperverliğiyle ağırlayarak Türk kültürüne karşı duyduğum sevginin en güzel deneyimi oldu.
İstanbul’un adını duyurmasının başka bir unsuru ise ünlü çarşılarıdır. Tarihi Yarımadanın ortasında bulunan mazinin en büyük ticaret merkezlerinden biri olan Kapalıçarşı yüzlerce yıldır devletin en mahir esnaflarının dükkanlarına ev sahipliği yapmaktadır. Bu çarşı, alışverişin yanı sıra “algıların cenneti” olarak da adlandırılabilir: Çaylar, taze baharatlar, gümüş işlemeler, şıkır şıkır aydınlatan fenerler, karışık lale motifli çiniler ve usta ellerden çıkan sanatın binbir haliyle meydana gelen eserlerle dolu Kapalıçarşı canlı bir müzenin ta kendisi sayılabilir. Geleneksel Türk lambasının loş ışığında esnafların ellerinde azimle işlenmiş altın ziynetlerin inceliğine hayranlıkla bakarken burnuma enfes baharat kokuları geliyordu. Çarşının kalabalık sokaklarında çayımı yudumlarken, rengarenk işlenmiş halıların, bakırcıların geleneksel cezvelerini seyre daldığımda bu yerin bende uyandırdığı merak da giderek artıyordu.
Milli ve küresel bir mucizedir İstanbul.
Çarşıdan çıktığımda kendimi arka sokaklarda dolaşan kalabalığın içinde buluyordum. İç içe dükkanların arasına uzanan yolları takip eden Mısır Çarşısı’nın güzelliğiyle büyülenirken karşımda duran Galata Kulesinin duruşuyla şehri gizemliliğiyle donatışına bakmaya doymak imkansız bir hal alıyordu. İstanbul’un keşif yolu Galata Köprüsünden balık tutan insanlardan geçip Karaköy’ün meyilli sokaklarına ilerleyerek İstiklal Caddesine çıkana kadar devam ediyordu. Batı tarzındaki binalar, kiliseler ve konsolosluklar bu bulvara kendine has bir hava katıyordu. Beyoğlu’nun canlılığını gece gündüz yansıtan İstiklal yolunda, birbirinden çekici ve güzel dükkanları inceleyerek, farklı dinlerin ibadethanelerini dolaşarak yürüdüm. İstiklal Caddesi bu muasır havasıyla Türkiye’nin yakın tarihini canlı canlı anlatıyordu. Gizemli havasıyla insanı büyüleyen St. Antuan Kilisesi, nazlı çakır gözlü kediler ya da her adımda vitrinde lezzetli muhallebisiyle içeriye davet eden tatlıcılar bu semtin mutlaka görülmesi gereken yerleri arasında.
Beyoğlu’nun tadını çıkarmanın bir başka yolu ise İstiklal Caddesi boyunca eski kırımızı tramvayıyla Taksim Meydanına kadar gitmek. Bu caddenin sonunda bulunan İstanbul’un meşhur Taksim Meydanına, kentin esas meydanına, geldim. Dünya Harbinden sonra hiçbir mağlup millet direniş göstermezken Türkler dünyada her zaman direnişin sembolü oldu. İstiklal Savaşı sırasında vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığını Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milletini zafere kavuşturmak üzere mücadelesini anlatan Cumhuriyet Anıtı geçmişi gelecekle bağlayan bir tarihi köprü olarak meydanda duruyor. Taksim Meydanından Kabataş kıyısına yeraltı fünikülere inerek Asya ve Avrupa’yı ayıran İstanbul Boğazına denk geldiğimde, mavini her tonunda hafif dalgalanan bu büyüleyici suya aşık olmuştum. İstanbul’un tadını çıkarmanın en iyi yolu da o suyun üzerinde bir gemiyle seyahate çıkmaktır.
Türkler misafirperverlik konusunda dünya çapında meşhurlar.
Boğaza dalıp camilerinin üstünden ezanların ahengine karışarak gökyüzünün maviliğine doğru uçan martılarına, zamanın dokunduğu ama güzelliğini hiç yitirmeyen eski Osmanlı saraylarına, asil yalılardan şehrin hatlarına, yemyeşil koruların üstünde dalgalanan Şanlı Hilal’den iki kıtayı, medeniyetleriyle birlikte birbirine bağlayan ve şehrin sembolü olan Boğaziçi Köprüsüne kadar bu şehrin bitip tükenmez güzellikleriyle içim dolup taşmasına engel olamıyordum. Boğazın kenarındaki her bir yapının asaletine hayran kalıyordum. Çoğu Osmanlı Döneminden kalma beyaz mermerden yapılan sarayları, zarafetiyle İstanbul’un ahengini tanımlayan unsurlardan biri olarak görüyorum. Misal olarak Dolmabahçe Sarayı; her salonun büyüklüğü ve özenli Batı tarzında işlenmiş resimleri ya da görkemli kristal şamdanlarıyla eşsiz bir güzelliğin örneğidir. Dolmabahçe Sarayına ilk girdiğimde aklıma Fransız sarayları geldi. Beyaza bürünmüş büyüklüğüyle şaşırtan bir başka mekan, İstanbul’un en yüksek tepesinde kurulmuş Türk tarihinin en büyük yapısı olan Çamlıca Camisi. İlahi maneviyatın bir mabedi olmanın yanı sıra İstanbul’un en önemli sembollerinden biri olmuş bu cami, şehrin en güzel manzaralarından birine gözlerini açar.
Asya Yakası’nın meşhur tarihi semti olan Üsküdar beni, Kız Kulesi, Kanuni Sultan Süleyman’nın kızı Mihrimah Sultan’a karşı beslediği imkansız aşkı uğruna Mimar Sinan’ın yaptırdığı cami ve önünde Boğaz’ın maviliğiyle kavuşan meydanla karşıladı. Üsküdar havasının tadını Kız Kulesi limanında çıkardıktan sonra İstanbul’un aydın yazarlarına ev sahipliği yapan Kadıköy’ün sokaklarında buldum kendimi. İstanbul’un aceleci havasının merkezine dönerek geçmişin kudretli imparatorluklarının en önemli olaylara tanıklık ettiği At Meydanı’ndan Ayasofya’ya ve oradan Topkapı Sarayı’na kadar kaplayan geniş bir alana geçiş yapmıştık.
Bu diyarların asırlardır sembolü olan Ayasofya duruşuyla şehrin baki gönlünü halihazırda da temsil etmektedir. Ona ev sahipliği yapmış imparatorlukların kutsal merkez işlevini anlatan içindeki dini resimler, lehvalar, ustalıkla yazılmış sureler çağlar boyunca bir yolculuğa çıkarıyordu beni. Asırların eseri Ayasofya’nın karşısında duran Sultan Ahmet’in yaptırdığı ve kendi adını taşıyan cami İznik çinilerinin maviliğinin sihriyle insanı denizin sularını düşlemeye bırakıyordu. Barındırdığı her önem ile, kahvehanelerde toplulukların canlılığıyla, içinde yaşamını sürdüren her kişiyle, gökyüzünü imanla delen her minareyle, gizemli edasıyla, kıymetli emsalsiz bir açık hava müzesi gibi duruşu ve efsunuyla Tarihi Yarımada güzelliğin en iyi tanımıdır.
İstanbul, manzaraların ve medeniyetlerin her türünü bir araya getirmeyi başaran çağların ve dönemlerin ustalıkla ortaya çıkarıldığı bir eserdir.
Oysa İstanbul sadece bir şehir değildir. İstanbul gönüldür. Bir halkın, tarihin, sanatın ve göreneklerin atan kalbidir. Üstelik sonsuz bir güzelliği barındırır. İçinde medeniyetlerin yuvalarını kurup kültürlerinden parçalarla süsleyerek zenginleştirdiği bir şaheserdir. Ruhu zorluklar, belalar, savaşlar ve kederli günler yaşamış fakat hiç durmadan dünyamızın en kıymetli mücevherlerinden birine dönüşmüş bir uygarlıktır. İnsanoğlunun kutsal ve eşsiz bir mirası, vatanının en muhteşem göz bebeklerinden biri olmaya devam etmiştir. Milli ve küresel bir mucizedir İstanbul…
İstanbul, beni de sıcakkanlılığı, canlılığı ve misafirperverliğiyle ağırlayarak Türk kültürüne karşı duyduğum sevginin en güzel deneyimi oldu.