Potansiyel Bir Varlık Olarak İnsan

Yazar: Ahmet Sefa Kıratik

İnsan bilebilen ve bilebildiğinin farkında olan bir varlıktır. Onun bu durumu kendisine bilme isteğini de doğurur ve ilk bilmek istediği kendisinin mahiyeti, bu mahiyet tarifi dahilinde ki fonksiyonları ve bu fonksiyonların sınırlarıdır. Bu nedenledir ki başta felsefe aracılığıyla olmak üzere insan tarih boyunca bu tür soruların cevaplarını aramış ve aramaktadır. Tarihin hemen hemen her döneminde bu sorulara verilen cevaplar doğrultusunda insan kendisini yaşadığı çevre içerisinde çeşitli şekillerde konumlandırmış ve sosyal dünyasını buna göre inşa etmiştir. Bu konumlandırma ve inşa süresince ihtiyaçlarının şekillendirdiği dünyası zaman içerisinde temeldeki sorusunun cevabını da değiştirmiş ve bütün devirleri kapsayacak bir insan tarifinin imkansızlığını meydana getirmiştir. Kendisinin ne-liği hakkında sorduğu sorulara verdiği cevaplar yeni soruları doğurmuş ve bu sorulara verdiği cevaplar ilk sorunun ve cevapların çeşitli yönlerden önüne geçmiş ve onlarında şekillenmesinde rol almıştır. Mesela bu soru-cevap ardına ortaya çıkan yeni soru-cevaplara şu örnek verilebilir; İnsan kendi mahiyeti üzerine sorduğu ilk sorunun cevabı olarak “mahluk” cevabını vermesi bir “Halık”ın varlığını gerektirdiğinden temel soru “Halık” üzerine yoğunlaşmış ve “Halık”ın mahiyeti üzerine sorulan sorulara verilen cevaplar, insanın mahiyetinin cevabını şekillendirir hale gelmiştir. Veyahut insan kendisini tarif ederken kendisi olmayan ve çeşitli yönleriyle fonksiyonlarını bildikleri varlıkların eksik veya fazla yönlerini göz önüne almıştır. Bu durum aynı “Halık-mahluk” ilişkisi gibi bir ilişki doğurmuş ve yeni soru-cevaplar arayışına girilmesine zemin hazırlamıştır. Örneğin hayvanların çeşitli yönlerden fonksiyonları insanla ilişkilendirilmiş, bu da hayvan-doğa üzerine yeni soruların sorulmasına ve verilen cevapların temel sorunun ve cevaplarının yeniden ele alınmasına imkan sağlamıştır.

Böylelikle süregelen soru-cevap silsilesi içerisinde oluşan düşünce yapısında, her bir varlık sahası insanın hayatı anlamlandırma, konumlanma ve inşa etme noktasında önemli bir yeri teşkil etmeye başlamıştır. Bu varlık sahaları yukarıda da sözünü ettiğimiz “Tanrı, İnsan, Doğa” olarak üç kategoride toplanabilir. Her bir varlık sahasının bir diğeri ile olan ilişkisi insanın düşünce yapısı, yaşam stili ve davranışlarının teşekkülü noktasında büyük bir önem taşımaktadır. Doğrudan bu varlık sahalarına sorulan sorular, aralarındaki ilişkiyi bilme adına sorulan sorulardan farklılık göstereceği için her biri için ilgilenen çeşitli ilgi alanları ve bilim dalları ortaya çıkmıştır. Mesela “Tanrı, İnsan, Doğa” üzerine doğrudan bir mahiyet sorusu dinlerin ve belirli felsefe alanlarının konusu olurken, “İnsan, Doğa – İnsan, İnsan – Doğa, Doğa” arasındaki ilişkiler fizik, biyoloji ya da psikoloji, sosyoloji gibi bilim dallarının konusu olmuştur. Fiziksel veya sosyal alanda mevcut varlıktan söz edilebiliyorsa o varlık üzerine tefekkür ve tedebbür etmek ancak bilmeyi gerektirdiğinden, bu farklılaşan alanların varlığı bir zarurettir ve bu sebeple bilimlerin veya metafizik ilgi alanlarının konumlandırılışında bir hiyerarşiden söz edilmesi mümkün değildir. Bu da şu anlama gelir ki, bilimler arasında dairesel bir ilişki vardır ve her bir alanın kendi sorusuna verdiği cevap bir diğer alanın kendi sorusuna verdiği cevabın değişmesine sebebiyet verebilir.

Varlık alanları ve bu varlık alanlarının bilgileri her geçen gün olabildiğince çeşitleniyor olsa bile ilk sorunun “İnsan” olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsan dünyaya geldiğinde ancak kendiliğinin bilgisine sahiptir. İnsanın içindeki ben, dışındaki var-olan her şeyin “ben”i gerçekleştirmenin aracı ve “ben” olmanın gereği olarak görür. Her ne zaman ki kendi ile diğer insanları varlık yönünden aynı olarak görmeye başlarsa, zihninde varlık sahaları genişlemeye başlar. Bu bir bebeğin belirli bir yaş sonrasında doğal gelişimi içerisinde kazandığı yetkinlikle, kendisini dışarıdan bir başkasıyla beraber görmesiyle gerçekleşir. Bunun aracının “Ayna” olduğu düşünülürse, ayna karşısında kendini bir başkasının yanında görmesi, o başkasının kendi için değil kendi gibi olduğunun idrakini sağlar. Diğer bir adım ise fiziki dünya ile temasıdır. Dış dünya içerisindeki nesnelerin farklarını temyiz etmekle beraber zihinde yeni varlık sahaların oluşmasına imkan sağlanır. Son olarak tahayyülü gelişen ve varlığından haberdar olunan varlık sahası ise metafizik alandır. Belirli bir biyolojik gelişim sonrasında gelişen zihin mücerret fikir istidadı kazanmaya başlar. Bu soyut düşünce kendisine belirli bilgilerin de ön koşul sağlamasıyla çok farklı şekillerde varlık alanları meydana getirir. Buraya kadar anlaşıldığı üzere insanın ilk olarak “kendi”ni biliyor oluşu, sorulacak ilk sorunun ve aranacak cevabın yine kendi olmasını gerektirir.

İnsanın ne-liğinin, yetkinliklerinin veya yetkinliklerinin sınırlarının araştırılması ya da daha önceden yapılan bir araştırmanın incelenmesi ilk olarak sorunun meselenin hangi yönüne sorulduğunu belirlemeyi ve bulunacak cevabın pratikte ne gibi karşılığının olacağı bilinmesini gerektirir. Bu soru ve cevapların birbirlerine karışması, yani farklı bilim alanlarının birbirlerinin alanlarını işgal etmeleri gereksiz tartışmaları ve sonrasında anlamsız yeni araştırma konularının ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Örneğin insanın biyolojik olarak varoluşunun nasılına verilen bir cevabı, metafizik olarak varoluşunun cevabı olarak kabul etmek en baştan saçma olan bir takım tartışmalara sebebiyet verecektir ve bu tartışmalar sonrasında anlamsız ve gereksiz bir takım araştırmaları doğuracaktır. Bu araştırmalar pratikte hiçbir karşılık göremeyecek olan araştırmalardır. İnsanın hangi yönüyle ele alınacağı belirlendikten sonra yapılan araştırmaların tarihsel süreç içerisindeki değişimini ve dönüşümünü bilmek bugünün tartışmasının ne olduğunu ya da ne olması gerektiğini belirleme noktasında elzemdir. Metodolojik olarak konuya yaklaşımdaki son adım ise ne olduğunun tarifini yaparken ne olmadığını da belirtmektir. Konumuz bağlamında, tarihsel süreçte insanın ne olduğunun tanımı kadar ne olmadığının tarifi de mevcuttur. Yazarın konu hakkındaki düşüncelerinin okuyucu tarafından net olarak anlaşılması hususunda bu gibi kavramsal çerçeve tarifi büyük önem taşımaktadır.

Geçmişten Günümüze İnsan

İnsanlık tarihinin – hiç değilse yazılı gelenek içerisinde ulaşabildiğimiz tarih – çok uzun dönemlerinde insan, çeşitli metafiziksel varoluş zeminlerinde tarif edilmiştir. Bunlar tek tanrılı semavi dinler veya ortaya çıkışları bu dinlerle bağlantılı çok tanrılı dinler olabildiği gibi insanın elleriyle yapmış olduğu putlar ya da fiziksel dünya içerisinde herhangi bir mevcut nesneye atfedilen özellikler olarak da karşımıza çıkmaktadır. Özellikle semavi dinler insanın varlığının ön koşulunu onu var eden üst ve mutlak bir varlığa dayandırmaktadır ve bu mutlak varlık insana, varlığını kazandırmasının bir şükrü veya ödevi olarak çeşitli görevler vermiş, yaşam stilleri oluşturmuştur. Bu tür bir hayatı anlamlandırma ve ona karşı konumlanma biçiminde insanın anlam arayışında ilk müracaat ettiği mercii ya doğrudan semavi dinin sahibi varlığın göndermiş olduğu kitaplar olmuş ya da o varlıkla bir şekilde münasebet kurduğuna inanılan bir takım insanlar olmuştur. Yukarıda sözünü ettiğimiz farklı meselelere sorulan farklı sorulara yine metafiziksel varoluş tarzında cevap vermeye çalışan insanlar, çok tanrılı dinleri böylelikle inşa etmiştir. Diğer bir, çok tanrılı dinlerin ortaya çıkış biçimi ise semavi dinlerin tarif ettiği hiyerarşik mevcut varlık alemindeki varlıklara tanrısal anlamlar yüklemekle gerçekleşmiştir. Kadim dönemler olarak tanımlayabileceğimiz devirlerde, insanın karşılaştığı hadiselerle baş etme veya edememe serüveninde o hadiselerin kendi lehinde veya aleyhinde olduğunun gerekçesini bu gibi metafiziksel varoluş kaynakları temel teşkil eder. Genel hatları ile aktaracak olursak bu kaynakların insan tariflerinde insanın çeşitli yönlerden muhtaç ve güçsüz, çeşitli yönlerden zengin ve kabiliyetli olduğu üzerinde durulur. Kimi inanç düzleminde günahkar ve suçlu kimisinde şerefli ve üstün kabul edilir. Varoluşu onu var edene bağlı olmak koşulu ile çeşitli sebeplere dayandırılır ve kendisine haber verilmesi nispetinde yapması ve yapmaması, inanması ve inanmaması vb. gereken durumlar söz konusudur. Bütün bu tariflerin ortak bir noktası vardır ki, insanın doğrudan mahiyet veya yaşantısı içerisindeki hadiselere karşı duruşu söz konusu olduğunda, “Neden?” sorusunun cevaplarını aramış olmalarıdır.

Modern zamanlara geldiğimizde bu temeldeki “Neden?” sorusunun yerini “Nasıl?” sorusu almaya başlamıştır. Bu nedenledir ki, insanın neden insan olduğu üzerinde değil insan olmaklığın nasılı üzerinde durulmaya başlanmıştır. Bu anlayış, temelinde dünyayı algılayış biçimlerinin değişmesini gerekli kılmaktadır. Kadim tarihlerdeki varoluşun ilki ve temeli hakkındaki arayışlar, modern zamanlarda mevcudu olduğu gibi kabul edip bunun üzerine kafa yorma gayretlerinin yerini almıştır. Tarihsel süreç içerisinde önceki düşünce tarzına eleştiri ve yeni bir teklifi ilk olarak İbn Haldun’da görsek dahi günümüz algılayış biçimlerinin oluşmasında doğrudan ya da dolaylı tesirinin olduğunu söylemek oldukça güçtür. İbn Haldun, ilk olarak felsefenin meseleleri ele alış tarzını eleştirmiş, onun karşısına bir bilim olarak tarihi koymuştur. Bunu yaparken ki oluşturmuş olduğu metodolojik çerçeve günümüz bilim anlayışının hadiselere yaklaşımındaki amaçsallığı oluşturmaktadır. Konumuz bağlamında bakacak olursak, insan üzerine konuştuğumuzda konuyu, onun mevcut konumu ve sahip oldukları ile sınırlandırmamız gerektiği anlaşılır. Yani insanın mahiyeti değil fonksiyonları ve bu fonksiyonların sınırları hakkında sorular sormak gerektiği, bunun dışındaki arayışların beyhude olduğu İbn Haldun’un ortaya koyduğu metodoloji ile anlaşılır.

Günümüz insan tasavvurunun gelişimindeki bu yaklaşımın ortaya çıkışında bir çok bilim dallarının, felsefi akımların ve inanç sistemlerinin etkisi vardır ancak konumuz bağlamında olmadığı için doğrudan insana bu türlü bir yaklaşımın ilk örneklerini vererek güncel literatür özeti aktarılacaktır. Bugünün anlayışında büyük bir payı ve tartışmaların büyük bir kısmının temelini oluşturan Darwin’in evrim teorisi olmuştur. Darwin, doğanın mevcut varlığının doğal seçilim adını verdiği; biyolojik yapı, mekan ve zamanın harmonisinin bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Darwin’in evrim teorisi, doğadaki çeşitliğin “nasıl” sorusunun cevabı olarak verilmişti. Ancak Darwin sonrasında, bizzat Darwin’in de katı bir şekilde eleştirdiği Darwinizm düşüncesi gelişmeye başladı. Darwinizm, temelde evrim teorisini doğanın çeşitliliğinin bir sebebi olmaktan çok metafizik varoluşun kendisi olarak yorumlanmasıyla ortaya çıktı. Türlerin zaman içerisinde evrimleşerek değişiyor ve gelişiyor oluşu, Darwinizm ile terakki fikrinin ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Daha öncesinde insan, insan olabilmeyi ancak kendisinin dışındaki varlıklarda olmayan bir özelliğe sahip olarak gerçekleştiriyordu. İlerlemeci fikrin kabulü ile insanın hayvanlardan farkı ancak bir derece farkı olacağı anlayışı doğdu. Bu gibi bir kabul, insanların hayvanları algılayış biçimleri ve davranışları doğrultusunda insanları da algılamalarına ve hayvanlara yaklaştıkları gibi yaklaşmalarına sebebiyet verdi. Gelişim teorisi altında isimlendirilen bu anlayışla hayvanlar üzerinde birçok deneyler yapıldı ve deneylerin sonuçları doğrudan insanlar üzerinde uygulanmaya çalışıldı. İnsanlık Darwin’den ve Darwinizm’den çok şeyler kazandı ve çok şeyler kaybetti.

Darwinizm düşüncesi insanı metafiziksel olarak ele almayı mümkün kılmıyordu. Uzun yıllar boyunca Darwinizm eleştirmenleri, insanların hayvanlardan farklılaştığı noktaları aradılar. Ancak bu, bir derece farkı olmaktan çok, varoluş içerisindeki hiyerarşik yapının tabakaları arasındaki farkların arayışıdır. Böyle bir farkın ilk ürünlerinden birini felsefe çalışmaları altında, Max Scheler “Geist Teorisi” ile vermiştir. Bu teori temelde insanın insan olmasını biyo-psişik yapı dışarısında aramış ve onun ismine de geist demiştir. Bir anlamıyla tanrısal ruhu temsil eden geist teorisinde Scheler, insanın birbiri ile alakası olmayan iki heterojen varlık zemini üzerinde olduğunu savunmuştur. Psikovital varlık ve Geist varlık. Psikovital varlık insan ve hayvanlarda ortak olan dört basamağı teşkil eder. Vital tepki, içgüdü, tepki(refleks), zeka. Bu basamakların farklılaşması Darwin’in evrim teorisi üzerinde anlatılır. Bu gibi araştırmalara eleştiri teorinin gözlemlenemiyor, test edilemiyor ve kanıtlanamıyor olması sebebiyledir ve bu yüzden Scheler’ın geist teorisi bilim dünyasında büyük tesirler yapamadan terk edilmiştir. Bu gibi araştırmalarda eleştiri Darwin’in evrim teorisine değil, yukarıda da belirttiğimiz gibi evrimin,  metafiziksel varoluş yerine konulmasının eleştirisidir. Bu nedenle düşüncelerin desteklenmesinde evrim teorisinin kullanılıyor olması Darwinizm’in meselelere yaklaşımının kabulü olduğunu belirtmez.

İnsanı tarif ederken evrim teorisinin göz ardı edilemez olduğunu düşünen ancak Darwinizm’e karşıda açık bir duruş sergileyen araştırmacılar, evrim teorisinin makul yollardan farklı olarak yorumlanması ile yeni bir insan tarifini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu düşüncenin temsilcileri arasında kabul görmüş bir isim Jakop von Uexküll’dür. İnsanın kainattaki özel yerini, insanın yaşayabilmesi için spesifik bir alana ihtiyaç duymaması ile açıklamıştır. Hayvanlar sahip oldukları potansiyelleri gerçekleştirebilmek için Uexküll’un “medium” dediği yaşam alanına ihtiyaçları duyarlar. Bu yaşam alanı dışarısında bulunan hayvanlar belki yaşamlarını sürdürebiliyor olsalar bile sahip oldukları özel yetileri sergileme noktasında zayıf kalmaktadırlar. Uexküll’in ortaya attığı bu görüş bir taraftan hayvan ile insan arasındaki derece farkına bir eleştiri, bir taraftan ise laboratuvarlarda hayvanlar üzerine yapılan araştırmalara bir eleştiridir. Hayvanın doğal ortamı dışında yetilerini ortaya çıkarmasının imkansızlığından bahseder. Bu da demektir ki, değil insan ve hayvanı bir terakki anlayışı ile aynı kefeye koymak, hayvanları dahi diğer hayvanlarla bir tutarak değerlendirmek yanlış olur. Söz konusu insanın mekan içinde konumlanışı olduğunda, hayatını sürdürmesine tehdit oluşturacak uç alanlar dışındaki her yerde insan, sahip olduğu potansiyeli kullanabilme vasfına sahiptir.

Bir diğer evrim teorisinin yeni yorumu ile insanı tarif eden Arnold Gehlen, bir yönüyle de Scheler’ın geist teorisinin dolaylı olarak haklılığına destek vermektedir. Gehlen insanın varlık yapısının tamamen biyoloji ile anlaşılabilir olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Biyolojik yapıyı insan biyolojisi ve hayvan biyolojisi diye ayıran Gehlen, bu iki biyolojik yapıyı ilk önce morfolojik olarak karşılaştırır ve görür ki insan biyolojisi hayvan biyolojisi karşısında ilkel bir konumdadır. Neredeyse hiçbir organı hayvanlar kadar gelişmemiştir. Ağaçlarda yaşamak için güçlü kollara ve ayaklara sahip değildir, kendisine hayati noktada tehdit oluşturan hayvanlardan kurtulmak için hızlı koşma ya da kamufle olma gibi vasıflara da sahip değildir. Refleksleri ve içgüdüleri de bu yetilere en az sahip olan hayvanlardan kötü durumdadır. Gehlen bu durumları değerlendirdiğinde insanın bu organ ilkelliği ile doğada yaşamını sürdürmesinin imkanının olmadığını düşünmektedir. Ancak insanın bu eksik yanları onun başka yönlerden gelişimine sebebiyet vermiştir. Zekası ve bu zeka ile kullandığı işlevi özelleşmemiş elleri, bu eksik organların ona sağlayamadıklarının yerine geçmektedir. Gehlen’in biyolojik yapı üzerinden insan olmaklığı tarif etmesindeki yöntemi Darwinizm’in meselelere yaklaşımından farklılık gösterip göstermediği tartışma konusudur. Ancak biz şuan bunun üzerinde durmadan, son olarak literatürdeki tüm tariflerin kabulü üzerinden inşa edilen sosyal hayattaki dengeyi ve dengesizliği tartışan ve meseleye farklı pencerelerden bakan birkaç düşünürden daha bahsedeceğiz.

Özellikle İslam bilim geleneği içerisinde insan tarifi yapılırken, onun eşref-i mahlukat olduğu önbilgisi ile konu ele alınır. İnsana onu diğer varlıklardan üstün kılan bazı kabiliyetler ve bu kabiliyetlerin kullanım tercihini yapacağı irade verilmiştir. Bu kabiliyetleri çoğunlukla onun manevi yönü bağlamındadır ve bu kabiliyetlerin bilinebilmesi noktasında insana sadece belirli düzeyde ruhsat verilmiştir. İnsanın hem fert olarak hem de cemiyet içerisinde saadet içerisinde yaşamasının tek yolu, ona örneklik teşkil eden bir peygamberin hayat tarzını yapabildiği düzeyde kendi hayatına tatbik etmesidir. Bunun dışındaki her türlü yaşam stili veya hayatı algılayış biçimi üzerine şekillenen sosyal hayat, ya ifrata ya da tefrite karşılık gelmektedir. Çeşitli insan tarifleri kaynağını o insanı yaratan Halık’a dayandırılmadığı sürece tam olarak doğru olabilmesi mümkün değildir. Modern zamanların Müslüman düşünürlerinin temel eleştirileri tam da bu noktadadır. İnsan sorusuna verilecek cevapların en kapsamlısı, insanın sahip olduğu özelliklerden birinin, diğerinin tesir alanını işgal edecek düzeyde olmamasıdır. İnsanın hissi, vicdani ve akli yapısı bir muvazene içerisinde düşünülerek tarif etmek, duyusuna ağırlık verilen tarifin hayvaniliğe, duygusunu öne çıkartan tarifin mistikliğe ve yalnızca aklını önemseyen tariflerin vahşiliğe sebebiyet vermesinin önünde gayet lüzumlu bir set görevi görecektir. Gibi bir eleştiri ve yeni bir teklif, başta İhsan Fazlıoğlu, Nurettin Topçu ve İsmail Raci Faruki olmak üzere birçok modern zaman Müslüman düşünürleri tarafından dile getirilmiştir.

Potansiyel Bir Varlık Olarak İnsan

Başlıkta potansiyelin hangi noktalarda olduğu belirtilmedi çünkü insan sahip olduğu her yönlerden potansiyele sahiptir. Burada kasıt, insanın ruhsal ve fiziksel yetilerini kullanma söz konusu olduğunda kendisine fayda veya zarar sağlayabilecek uç noktalara ulaşabilme yetkinliğidir. Bu uç noktalara ulaşma imkanı insanın içerisinde bulunduğu çevre ve zaman ile doğrudan orantılıdır. İnsanın sahip olduğu en büyük kaygı aidiyetlik bağlamında “yer” düşüncesidir. Zamansal ve mekânsal anlamıyla geniş düzlemde düşünülebilecek “yer”in belirsizliğinden doğan tedirginlik, düşte ve eylemde insanın faaliyet alanını yönlendiren baş etkendir. Yer kavramı temelde üç soru etrafında özetlenebilir: “Nereden”, “Nerede”, “Nereye”. Sürekli kendisini bu sorularla meşgul bulan insan sorulara verilebilecek cevaplara ilişkin sahip olduğu bilgi kadar tefekkür, verebildiği cevap kadar tedbir ve tedvir edebilir. Diğer bir yönüyle insanın kabiliyetlerinin ortaya çıkışı içerisinde bulunduğu mekanın şartları, zamanın koşulları gibi etkenlere bağlıdır. Konumlandığı yerin imkanları dahilinde bu sorulara vereceği cevaplar ve yapacağı tefekkür ve tedebbür şekil alır. Bu durumda denebilir ki üst bir form olarak insan tarifi yapmak mümkün değildir. Çünkü insanın, birey birey konumlanışı nispetinde faaliyet alanı farklılaşır, kabiliyetleri değişir. İnsan adına üst bir kimlik olarak söylenebilecek tek tarif onun potansiyel bir varlık olduğudur.

İbn Haldun, felsefenin konuları ele alırken ki yöntemini katı bir dil ile eleştirmiş yerine bir bilim olarak tarihi koymuştur. Konumuz bağlamında felsefe, insanı ele alırken tümel bir yaklaşım sergiler ve değerler üzerinden konuşur. Bu, insan adına söylenen bir sözün onun için zorunluluk teşkil ettiği anlamına gelir. Diğer taraftan bir ideal arayışı felsefeyi sürekli değerler adına konuşmaya zorunlu bırakmıştır ve ne olması gerektiği üzerine kafa yorulmuştur. İbn Haldun, insanın ne olması gerektiği ile ilgilenmenin gereksiz ve saçma olduğu düşüncesindedir. Onun için önemli olan şu andır ve şu anın en doğru şekilde anlaşılması ve bunun üzerine hareket edilmesi geçmişi bilmekle olacaktır. İyi ve kötü bilmek ancak geçmişte ki yaşananları bilmek ile mümkündür. Bu da meseleleri ele alırken değerleri değil, doğrudan realiteyi göz önünde bulundurmayı gerektirir. Diğer taraftan felsefenin tümellemesine eleştiri yapan İbn Haldun için çözüm genellemeler yapmaktır. Bu genellemeler ise insanın, mekan ve zaman bağlamında çeşitli şartları meydana getirmesinin çeşitli sonuçlar doğuracağıdır. Yani insan şöyledir veya insan böyledir diye bir söylemden ziyade, insan şu şartlarda bu davranışı gösteren bir varlıktır gibi bir yaklaşım söz konusudur.

İbn Haldun, insanı zekaya sahip ve ellerini kullanabilen bir varlık olarak tarif eder. Bu onun konuları ele aldığı metodolojinin bir çıktısı olarak yaptığı insan tarifidir. Fark edildiği üzere insanın ne-liği üzerinde değil onun fonksiyonları üzerinde durmuştur. Bu tarif ile tarihe bakmak, bu fonksiyonların ortaya çıkardığı fenomenleri görebilmeyi sağlar ki potansiyelden kastettiğimiz kabiliyetlerin çıktısı bu fenomenler üzerinde görülebilir. Örneğin İnsan zekaya sahiptir ve işlevi özelleşmemiş eller ile sanat yapan bir varlık haline gelir. Veyahut silahlar icat ederek savaşan bir varlık, araçlar icat ederek güçlenen bir varlık gibi. Bütün bunlar fonksiyonlarının potansiyeli dahilinde ortaya çıkan fenomenlere karşılık gelir. Bu da demek olur ki, farklı sosyallikler, farklı zamanlar ve farklı mekanlar içerisine doğan bireylerin her birisi biriciktir. Herhangi bir tanıma uyabiliyor olsalar bile uymak zorunda değillerdir. İnsan üzerine bir araştırma yapılacağı vakit, bu araştırma tümel yaklaşımları hatta bir noktada genel yaklaşımları barındırmaması gerekir. Bireyler spesifik olarak değerlendirilmeli ve tefekkür, tedebbür bahsi yalnızca araştırma kapsamındaki birey üzerine gerçekleşmelidir. Psikoloji ve sosyoloji gibi bilimler tam da bu noktada önem kazanmaktadır. 

Kaynakça

Fazlıoğlu, İhsan, (2016), Nazari Ufuk, İslam-Türk Felsefe-Bilim Tarihinin Zihin Penceresi, Papersense Yayınları, İstanbul

Fazlıoğlu, İhsan, (2014), Kendini Aramak, Papersense Yayınları, İstanbul

Haldun, İbn, (2004), Mukaddime, Çev. Halil Kendir, Yeni Şafak, Ankara

Mengüşoğlu, Takiyettin, (2015), İnsan Felsefesi, Doğubatı Yayınları, Ankara

Raci Faruki, İsmail, (2018), Tevhid, Düşünce ve Hayata Yansımaları, Mahya Yayınları, İstanbul

Scheler, Max, (1988), İnsanın Kosmos’taki Yeri, Çev. Tomris Mengüşoğlu, Yaprak Yayınları, İstanbul

Topçu, Nurettin, (2017), Var Olmak, Dergah Yayınları, İstanbul

Leave a Comment