Saraybosna’da Sabah Rüyası – I

Yazar: Burak Çetik

Aliya İzzetbegovic (1925-2003)

Balkanlar, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar için hep uzaktaki köy olmuştur. Orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdü her zaman. Fakat ben uzaktaki köylerin her zaman gidilip görülmesi gerektiğini düşünmüşümdür. Balkanlar seyahatimin de bu bağlamda olması gerekiyordu. Uçaktan Saraybosna’yı görünce direkt aklıma Selami Yurdan ve Aliya İzzetbegoviç düştü. Yukarıdan yemyeşil görünen şehir, daha ilk nazarda beni kendinden bir parça olduğuna ikna etmişti. Evet ben Bosna’ya aittim. Bosna da bana aitti.

Uçaktan inince araba kiralamak için “rent a car” ofislerine geçtik. Araba Balkanlar seyahati boyunca elimiz ayağımız oldu. Nispeten ucuz olduğu için ve dört kişi olduğumuz için maddi olarak bizi etkilemedi. Hatta epey zaman kazanmamıza vesile oldu. Arabayı kiraladıktan sonra internet üzerinden beş günlüğüne kiraladığımız eve gittik. Ev Murat isminde bir Türke aitti. Fakat kendisi Amerika’da yaşıyor. Türkçe bilmediği için İngilizce konuştuk. Eve geçtiğimizde bizi ev sahibinin kuzeni karşıladı. Eve yerleştikten sonra Başçarşı’ya doğru harekete geçtik.

Başçarşı’da sebili gördüğüm anda her zaman fotoğraflardan gördüğüm mekan zihnimde çok farklı duyguların oluşmasına sebep oldu. Uzun zamandır hayalini kurduğum çarşıda yürüme fırsatı buluyordum. Ahmet Murat Hoca yer ile temas etmenin, mekan ile bağ ünsiyet için çok önemli olduğunu, evlerimizin ve camilerin aslında bu temas sayesinde ünsiyet kurduğumuz yerler olduğunu söylüyor. Başçarşı’da gezerken bunu daha net bir biçimde anladım. Her zaman fotoğraflarına baktığım ve gelmenin hayalini kurduğum bu mekanla çok farklı bir ünsiyet kurma şansım oldu.

Başçarşı Camii (1527)

Karnımız acıkmıştı. Bir lokantaya girelim ve cevapi yiyelim dedik. Aslında Üsküdar’da bulunan Altı Üstü Kırk Köfte’desık sık cevapi yiyordum fakat “yerinde yemek” lazımdı. İlk gün yemek yediğimiz lokantayı Sakaryalı bir Türk işletiyordu. Saraybosna’da Türklerle karşılaşacağımızı biliyorduk ama ilk girdiğimiz dükkanı işleten kişinin Türk olması biraz şaşırttı bizi. Yemekten sonra Başçarşı Camii’nde akşam namazını kıldık. Camiyi gördükten sonra İbrahim Paşalı’nın İstanbul Kriterleri geldi aklıma. Kitapta mana olarak şöyle söylüyordu: “Anadolu’nun en ücra köyüne gidin karşınıza çıkacak camiiler size İstanbul’u hatırlatacaktır.”

Anadolu’nun en ücra köşesinde değildik. Balkanlardaydık ama Başçarşı Camii’ni görür görmez kendimizi İstanbul’da hissettik ve minarelerindeki yeşil sancağa selam verdik. Camii 1527 yılında Hoca Durak tarafından inşa edilmişti. 1992 yılında savaşta kubbesi, minaresi ve dış duvarları zarar görmüş ve 2015 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tadilatına başlamış. Sonrasında 2021 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı programla ibadete açılmış. Namazlarımızı bu camide kıldıktan sonra meşhur Bosna kahvesini içmek için çarşının içine doğru yürüdük. Gazi Hüsrev Bey Camii’nin karşısında Divan isimli bir kahveci var. Bir konağın içerisinde yer alan bu kahvecide Bosna kahvesi içtik. Türk kahvesinden çok farklı olmasa da beğendiğimi söylemeliyim.

Balkanlar’da muhakkak trileçe yememiz gerektiğini biliyorduk, onu da yine Divan kahvesinde yedik. Kekindeki sütün daha az ve üzerindeki kremanın daha yoğun olmasıyla Türkiye’dekinden biraz farklıydı. Hesabı ödemeye gidince kasada Filistin direnişini anlatan bir tabloyla karşılaştık. Bosna’nın yiğitleri Filistin’in yiğitlerine selam çakıyordu adeta. Divan kahvesinde gördüğümüz Aliya İzzetbegoviç’in fotoğrafı, bizi daha sonrasında gittiğimiz hediyelikçide yaşadığımız bir olay üzerine hem şaşırttı hem de derinden üzdü. Yazının devamında bu hadiseye değineceğim.

Ahmet Murat Hoca yer ile temas etmenin, mekan ile bağ ünsiyet için çok önemli olduğunu, evlerimizin ve camilerin aslında bu temas sayesinde ünsiyet kurduğumuz yerler olduğunu söylüyor.
Gazi Hüsrev Bey Camii (1531)

Kahveyi içtikten sonra Gazi Hüsrev Bey Camii’ne uğradık. Gazi Hüsrev Bey, Yavuz Sultan Selim’in kız kardeşi Selçuk Hatun’un oğlu ve Bosna’ya İslam mührünü vuran kahramandı. Bu anlamda Bosna’da kendi adıyla yaptırdığı bir camii ve medrese bulunuyor ve türbesi camiinin içerisinde. Namaz vakitleri dışında kapalı olan camide bireysel olarak namaz son cemaat yerinde kılınıyor. Camilerde genelde namaz vaktine denk gelemedik ancak son gün bir ikindi namazını cemaatle kılabildik. Öncesinde yaşadığımız hadise ise oldukça sinir bozucuydu. Camiinin kapısını açık görünce girip bakmak istedik, içerisinde turistler ve rehber vardı. Bunun ardından rehber hemen bizi dışarı yönlendirdi ve biz ısrar etsek de Camiiye bakmamıza müsaade etmedi. Bir grup turistin alınıp adeta diğerlerine yasak konulması gerçekten derinden yaraladı beni.

Camiiden çıkıp Gazi Hüsrev Bey’e Fatiha okuduk. Türbesinin karşısında yer alan kitapçıda biraz gezindikten sonra medreseyi ziyaret ettik. Medresenin içerisinde de bir kitapçı vardı ve Saraybosna’da toplam üç kitapçı gördük. Medrese, camii ve çarşı adeta bir Osmanlı mozaiği sunuyordu bize. Burada yine İbrahim Paşalı’nın İstanbul Kriterleri’ni hatırladım.

Gazi Hüsrev Bey Türbesi

Ardından Ferhadiye caddesinde yürümeye devam ettik. Karşımıza Ferhadiye Camii çıktı. Saraybosna’da karşılaştığımız birçok camii gibi tek minareli, tek kubbeli olan bu camiinin diğer adı Ferhad Paşa Camii’ydi. Bosna Beylerbeyi Ferhad Paşa tarafından 1561 yılında yaptırılan mabed zarif yapısıyla dikkat çekiyordu. Camiinin içerisine girip oturduk. Biraz sohbet ettikten sonra sesli bir şekilde Kuran okumaya başladık. Camide kimse yoktu ve birden minberin yanındaki bir perdeden maşallah diye bir ses yükseldi. Saraybosna’daki camilerde imam odası görmedik. Genelde minberin yanındaki bir perdenin arkasında ufak bir yerde namazı bekliyorlardı.

Minberin oradan çıkan genç yaşta birisi maşallah demeye devam ediyordu. Daha sonra Arapça konuşarak anlaşmaya başladık. 19 yaşındaki bu kardeşin adı Eldar’dı. Saraybosna’da İlahiyat fakültesinde okuyor ve Ferhadiye Camii’nde vekil imamlık yapıyordu. Türkiye’yi çok sevdiğini söyleyen Eldar, sıcakkanlı bir insan ve dertli bir Müslümandı. Arapça, İngilizce ve Boşnakça biliyordu. Mezun olduktan sonra Bosna’da Müslümanlara hizmet etmek istediğini söyledi. Sarıldıktan sonra camiden çıkıp eve doğru geçtik.

Ferhadiye Caddesi – Bosna

Saraybosna’daki ikinci günümüzde Boşnak böreği yemek için Bosna Börekçisi’ne gittik. Geldiğimiz ilk gün Sakaryalı köfteci burayı tavsiye etmişti. Pişman olmadık gerçekten çok lezzetliydi.. Kahvaltıdan sonra çarşıda gezinmeye devam ettik. Ferhadiye caddesindeki meşhur ayrımda durup iki tarafa da uzun uzun baktık. Bu ayrımdan öncesi İslam mimarisinde yapılmış eserlerken ayrımdan sonrası Avusturya-Macaristan dönemine ait eserlerden oluşuyordu.

Akif Emre’nin söylediği söz aklıma geldi bu ayrımda: “Mimarlık dünyanın en ideolojik mesleğidir.”. İçerisinde yıllarca yaşayacağımız ve sürekli görüntüsüne maruz kalacağımız yapıları inşa eden kişiler tabii ki zihinlerimizi de inşa ediyordu bir yandan. Bu ayrımda aslolan mimariden ziyade ideolojik tavırdı. İslam mimarisiyle inşa edilmiş şehre Batılı bir kimlik kazandırmak için yapılan yeni bir mimari anlayışla karşı karşıyaydık. Fakat her ne olursa olsun Bosna’ya vurulan mührün silinmeyeceğine inanıyoruz.

Caddeden çıkıp sönmeyen ateş anıtına doğru yürüdük. Bu ateş II. Dünya Savaşı’ndan ölenler için yaptırılmış. Zamanında bir sarhoş tarafından söndürülse de yeniden yakılmış. Şehrin diğer tarafına geçerek I. Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep olan meşhur köprüye doğru yürüdük. Avusturya-Macaristan veliahttı Ferdinand ve karısının, bir Sırp milliyetçisi tarafından bu köprüde öldürülmesi üzerine I. Dünya Savaşı başlamıştı. Köprüde fotoğraf çektikten sonra Aliya’nın mezarına doğru yola koyulduk.

Devamı ikinci yazıda.


Burak Çetik

2000 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Birçok sivil toplum kuruluşunda gönüllü olarak çalıştı ve çalışmaya devam ediyor. Bir medya şirketinde Dijital Medya üzerine çalıştı. Hali hazırda gönüllü faaliyetlerine ve yazmaya devam ediyor.

Leave a Comment