Stefan Zweig, Dünün Dünyası

Stefan Zweig, Dünün Dünyası (1-270s arası), Burhan Arpad(çev.),1. Baskı, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1971, 489s.

“Zamana bizi aradığı yerde rastlayalım.” Stefan Zweig, önsözün üstüne iliştirdiği Shakespeare’in Cymbeline oyunundan alıntıladığı bu yazıyla Dünün Dünyası’na giriş yapar. Zaman, Stefan Zweig’a iki dünya savaşının hemen öncesinde rastlar ve edebiyat dünyasına giriş yapar yapmaz büyük bir üne kavuşturur. Zweig’ın gerçek hikayeleri anlatmasındaki başarısını biyografik romanlarından gözlemleyebiliriz. Kendini birinci plana almayı hiç düşünmediğini ancak birçok zorlu sınav verdikten sonra bu esere başlama cesaretini gösterdiğini kitabın önsözünde ifade eder.

Zweig, kendi tanımıyla Avusturyalı, Yahudi, hümanist ve barışsever bir yazardır. Başka bir deyişle Zweig, döneminin gündemini kapsayan savaşların birebir muhatabı olması açısından da bu kitap önemli bir yere sahiptir. Hayatında kısa dönemlerinde keskin değişimler meydana gelmiştir. Kendisi de bunu “yüzümde ilk sakal kılları çıktığı günle ilk akların düştüğü gün arasına sıkışan kısacık sürede, başka zamanlarda ancak on kuşağa sığan olaylar geçti” diye ifade eder. Belki de zamanın, Zweig’a edebiyat dünyasında hızlı bir başarıya ulaştırması bundandır. Stefan Zweig’ın kendi hikayesi, o dönemin entelektüel bir gözden analizini bizlere sunması açısından elzemdir.

Yazar, kitabı önsözü de dâhil edersek on yedi bölüme ayırmıştır. Bu kitabı sadece “alnının arkasında bulunanlar”a dayanarak yazmasından kaynaklanıyor olacak, bölümler arası geçişlerde kopukluklar gözlemlenebilir. Bölüm sayısının fazlalığını da bu kopuklukların önüne geçmeye çalışıyor şeklinde yorumlayabiliriz. Genel hatlarıyla, kitapta kronolojik bir sıra takip edilmiş diyebiliriz.

İlk bölümünde Birinci Dünya Savaşı öncesi döneminden bu eseri hazırladığı döneme geçişi anlatır ve savaş öncesini “Güvenlik Dünyası” olarak isimlendirir. Basit bir ifadeyle, insanlar kendilerine güvenli ve düzenli bir hayat kurmuşlardır. Para ve bütçe planlaması yaparlar, ihtiyaç durumunda kullanmak üzere kenara ayırdıkları bir miktar vardır. Sigortacılığın tavan yaptığı bir dönem olması bunun en güzel örneklerinden biridir. Savaş ne demek, başkaldırı ne demek unutmuşlardır. Sanayi devriminin olgunlaştırdığı maddi manevi bir refah ortamı vardır. Bütün bunlardan dolayı, dönem şartları itibariyle babalarının iyimser iken kendilerinin “her gelen günün bir öncekinden beter olacağını” bekleyen bir ruh halinde olduklarını söyler. Bu hale rağmen kendisin yine de umutlu olduğunu laf arasında sıkıştırır. Yine bu bölüm içerinde Viyana’nın kültürel canlılığından nostaljik bir havada, samimi bir dille bahseder. Sanatın özellikle de tiyatronun Viyana halkı için çok değerli olduğunu anlatır. Viyana’nın insanları, eserleri okumasa da oyunları bilmese de kültürel hayatı ve sanatçıları sahiplenir. Onları böyle davranmaya iten belki de kolektif bilinçlerindeki kültürel birikimdir.

Yahudi burjuvazi bir aileden gelen yazar, Viyana’daki Yahudilerin kültür ve sanat hayatındaki etkinliklerini vurguluyor. Bu bölümü, babalarının güvenlik duygusu içerisinde heyecan ve taşkınlıktan uzak bir yaşamlarının olmasına rağmen, kendilerinin daha tecrübeli ve deneyimli ama gelgitli bir zaman geçirdiklerini belirterek ve kendilerinin yaşamlarının daha evla olduğunu sezdirerek kapatıyor. Geçen yüzyılda okul başlıklı bölümde, eğitim hayatının sıkıcı olduğunu ve sadece “öğrenmek için öğrendiklerini” anlatır ancak şimdiye göre kıskanılası bir okul sonrası hayatı vardır. Yazar ve şair Stefan Zweig’ın temeli bu okul sonrası hayatında atılmıştır. Viyana’daki kültürel canlılık, kahvelerdeki halk kulüpleri, şimdinin spor takımları yerine sanatçılarla olan etkileşimlerini yarıştırmaları bu temele destek çıkan unsurlardır. Ancak Zweig, edebiyattaki bu erken olgunlaşma durumunun kendi okul ve arkadaş çevresine has olmadığını belirtir.

Bir diğer bölüm de Universitas Vitea (Hayat üniversitesi) olarak adlandırılmıştır. Zweig’ın bir üst eğitim seviyesine geçince bile eğitim hayatına bakışının değişmediğini görülür. Üniversiteye, bir yönden de ailesinin baskısıyla devam eder, bu yüzden en rahatsız edilmeyeceği fakülteye kaydolmaya karar verir. Akademiye ilgisiz bir yazar diyebileceğimiz Stefan Zweig, kitabında da belirttiği üzere Emerson’un “İyi kitaplar, en iyi üniversite yerine geçer” sözünü motto edinmiştir. Üniversite hayatında eleştirdiği garip bir anlayış vardır; şudur ki gerçek üniversiteli sayılabilmek için erkekliğini belgelemiş yani başından birçok düello geçirilmesi Germen kültüründe önemli bir yer tutar. Kavga, düello sürecini bazı dernekler tedarik ederler ve “acemi”- “kol kardeşi” hiyerarşisi içerisinde “erkeklik” öğretirler. Acemi olarak giren çocukların amacı yüksek makamlarda himaye edinmektir. Stefan Zweig, bu durumu yani saldırı isteğini Alman ruhunun en tehlikeli tarafı olarak görür. Fikrimce, Zweig milliyetçi saldırgan ruhun temelleri olduğunu düşünmektedir.

Bu zamanlar Zweig’ın şiir müsveddelerini gözde yayınevlerine yolladığı ve olumlu geribildirimler aldığı zamanlardır. Rilke gibi ünlü şairlerle dost olmaya başlar, Richard Strauss, Max Regerr gibi ünlü bestekârlar şiirlerini bestelemeye talip olurlar. Dönemin ünlü gazetelerinden NFP (Neue Freie Presse)’ nin edebiyat sayfasına gönderdiği yazı Theodor Herzl, edebiyat sayfasını düzenleyen kişi, ile tanışmasını sağlar. Zweig, Herzl’den dünya çapında tanıdığı ilk kişi olarak bahseder. Herzl önemli bir karakterdir çünkü Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus’un suçsuzluğuna rağmen rütbesinin sökülmesine tanık olmuştur. Aynı zamanda, sadece Yahudi ulusuna ait olacak Filistin’de yeni bir yurt kurmalı fikrinin yazılı olduğu “Yahudi Devleti” broşürünü yayınlayan kişi olması hasebiyle önder bir rolü olduğundan bahseder. Velev ki, bu yayın Viyana dışındaki Yahudilerce olumlu ve heyecanla karşılanmasına rağmen Viyana Yahudilerince şiddetle karşı çıkılmıştır.

NPF sonrası küçük çaplı bir üne sahip olduğu için Viyana Üniversitesi’nden Berlin Üniversitesi’ne geçiş yapar ve Zweig’ın hayatında büyük değişimlere ve gelişimlere kapı açar. Berlin’de vaktini geçirdiği küçük lokanta ve kahvelerde yaşayan roman kahramanları insanlarla tanışır ve değişik ortamlara girer. Kendisini yeterli görmemesi birikimlerine olan güvenini sarsar ve yabancı dillerden çevirilerle “kendi dilini derinlemesine” kullanmayı öğrenir. Yabancı ülkeleri gezmeye başlar ve yeni sanatçılarla tanışma fırsatı hem kovalar hem yakalar. Verhaeren bu sanatçılardan biridir ve onun ülke içindeki ve ülke dışındaki dostları Zweig’a geniş bir çevre oluşturur.

Bir şehrin gizli yanlarını keşfetmenin formülü sokaklarında gezmek, kitaplarını okumak ve fikir dostluğu kurmak olduğunu ifade eder. Yolculuklardan edindiği eşyaları depolamak için Viyana’da bir ev tutar. Rilke ve Hoffmannsthan ‘ın şiirlerini yayınlayan İnsel yayıneviyle karşılaşmasını kendi yolunun açılması olarak görür. İlgi uyandıran ve sahnelenmek istenen çeşitli tiyatro oyunları yazmaya başlar.

1914 Savaşının ilk Saatleri olarak isimlendirdiği bölüde Franz Ferdinand ve eşinin sevimsiz insanlar olduğundan ve hiç dostları olmadığından bahsederek giriş yapar. Çünkü öldürülmeleri halk çapında ilgi uyandırmamıştır; ki ülke genelinde tutulan yas yaklaşık iki saat sürmüştür. Fransız gazeteleri “Avusturya, Rusya’yı kışkırtıyor, Almanlar seferberlik hazırlığında” yazdığı vakit bunun olağan politik çatışmalar olduğu ve her zamanki gibi mutlu sona bağlanacağı düşünülür ancak o mutlu son hiç gelmez, ülkeler peşi sıra savaşa sürüklenirler.

1914 ile 1939 savaşlarının farklarını Zweig, çok güzel bir şekilde analiz eder. 1914’te temiz inançlar hakimdir. Kimse kendi ülkesinde kusur bulmaz, sınırın ötesindekiler savaşı tetikleyenlerdir. 1939’da hiçbir devlet adamına saygı beslenmiyordur. 1914’te savaşın ne olduğu bilinmez, savaşa giden erler zafer yürüyüşü içindedirler ve tahminlerince en kısa sürede eve döneceklerdir. 1939’da ise önceden savaşla tanışıklık vardır ve o dönemde makineleşme insanlığı unutturur.

Yazarın kitabını yazıp bitirdiği zaman dilimi, ikinci dünya savaşına denk gelmektedir. O zamanın atmosferine bağlı olarak yazdıklarında, savaş öncesinde Yahudilerin sosyal hayattaki yerleri ve Yahudi yazar arkadaşları hakkındaki fikirleri ve onlarla yaşadıklarının, hayatındaki diğer detaylara göre daha fazla hacme sahip olduğu görülür. Yazarlığa giriş yapmasından itibaren savaşlara maruz kalan bir yazarın otobiyografisinde savaşın ve savaş psikolojisinin hayli yer almasını doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, tanınan sanatçılarla dostlukları ve anıları kitabın, bir yazarın kendi hikâyesini anlattığı duygusunu güçlendirmektedir. Her bir bölümü, hatta bölümler içerisinde bazı kısımları koparıp gazete ve dergilerde yayımlansa deneme tadını yitirmeyecek bir üslupla yazmıştır Stefan Zweig.

Fikirleriyle olsun yaşayışıyla olsun dünya vatandaşı olduğunu gözler önüne serer. Kitabın sonundaki “…Eve dönerken, önümden giden gölgemi gördüm birden. Bu yeni savaşın ardında öteki savaşın gölgesini gördüğüm gibi…Fakat her gölge, eninde sonunda yine de ışığın çocuğudur ve ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır” sözlerinde yazarın umutla umutsuzluk arasında gidip gelişini gözlemlemek mümkündür. Hayatı gerçekten yaşamış bir yazardır Stefan Zweig ancak kendi kuşağındakilere nispeten geleceğe dair umutlu olduğunu söylese de intihar ederek yaşamına son vermiştir, yaşadığı buhranları çözümleyememiştir.

Leave a Comment