Tanzimat Dönemi Romanları
Tanzimat dönemi birçok kafa karışıklığının bulunduğu, yaşandığı bir dönemdir Türkiye için. Bu kafa karışıklığı siyasetten edebiyata geniş bir yelpazede zuhur etmiştir. Osmanlı Devleti’nin çökmeye başlamasından itibaren fikir adamları, aydınlar, siyasetçiler ve bilhassa devletin kendisi bu çöküşe mani olmak istemişlerdir. Bu sebeple bizde görülen ilk ıslahatlar askerî sahada yapılan ıslahatlardır. Devletin aslında askerî manada yaptığı yahut yapmak istediği ıslahatlar bize modernleşme bağlamında sebebiyet teşkil eden meselelerin de iç yüzünü göstermektedir. Osmanlı Devleti Batı karşısında kendini mağlup görünce afallamış, bulunduğu yere gelmeyeceğini tahmin etmiştir. Ama ne var ki vakalar öyle vuku bulmamış, devlet giderek askerî, malî, siyasî hezimetler yaşamıştır. Bunun neticesinde ise Batı ile münasebetler kurulması yoluna gidilmiş, ıslahatlarla görülen menfi taraflar bertaraf edilmeye çalışılmıştır. Fakat öteden beri devletin toplumun zihin haritasını dikkate almayarak tepeden bir anlayışla bu gayelerini gerçekleştirmek istemesi birçok problemin su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur.
Tanzimat devrinin bu taraflarını aydınlattığımızda yazılan edebî eserlerin de özüne vakıf olabiliriz. Bu dönem edebiyatı bir arayış içerisine girmiş artık yeni edebiyatın tohumları atılmaya başlanmıştır. Namık Kemal, Ziya Paşa gibi şairler eski edebiyatla alakalı fikirlerini beyan ederek onları bir manada kötülemişlerdir. Çünkü yeni edebiyatın temsilcileri artık rasyonel bir dünyada yaşadıklarını her seferinde ilan etmişler artık “karıkoca masalları”na inanmadıklarını ifade etmişlerdir. İfade etmekle kalmayıp bunların edebiyat sahasında bir manalarının da olmadığını çekinmeden yazmışlardır. Hatırlayacak olursak Namık Kemal eski edebiyat hakkında yenir yutulur şeyler söylememişti. Bu hakikatte aydının yazma fantezisinden, tenkit fantezisinden ziyade dönemin taleplerini aksettirmektedir bizlere. Eğer biz yazılıp çizilenleri sadece bir pencereden görürsek Osmanlı aydınının modernleşme taleplerini de göremeyiz. Bu yüzden edebiyat üzerine serdedilen fikirleri gazeteciliklerinden ziyade Osmanlı edebiyatının talepleri nokta-i nazarından değerlendirmeye tabi tutmak gerektiği kanısındayım. Aksi takdirde getirilen tenkitlerin sadece gazeteci kimliklerle getirildiği hatasına düşebiliriz. Kaldı ki bu aydınların hepsi gazeteci değil. Bu dönem edebiyatının en karakteristik özelliği yaşanan topluma ideal bir insan giydirmektir denilebilir. Batılılaşma ile beraber her manada Osmanlı bir kıskacın içerisine girmiştir. Edebiyatçılar Batılılaşmanın aksayan, gülünç taraflarını eserlerinde yansıtmaya çalışmışlardır. Felatun Bey ve Râkım Efendi, İntibah, Araba Sevdası gibi romanlar bize Batılılaşma üzerinden seslenmek isteyen eserlerdir. Şeyda Başlı’nın ifadesiyle “aşırı Batılılaşmış züppe” olan Felatun, Batıyı hakiki taraflarıyla anlamaktan ziyade onu gördüğü gibi, yani sathî bir şekilde anlamaya çalışmıştır. Bu da onu sunî bir fert hâline getirmiştir. Ahmet Mithat Efendi bu romanında bize Batılılaş(a)ma(ma) üzerinden seslenmiştir. Romanın ana ekseni bu fikir üzerinde yükselirken aslında yazarın kendisi de kafa karışıklığı içerisindedir. Çünkü o da tam olarak Batının ne mana taşıdığını anlayamamış ve maddî-manevî tarafları cihetiyle Batıya bakmıştır. Aslında bu sadece Ahmet Mithat Efendi’de görülen bir hususiyet değildir. Hemen hemen bütün Tanzimat dönemi aydınları mutlaka ve mutlaka Batıyı maddî-manevî çizgide görmeye çalışmışlardır. Yani klasik tabirle söylemek gerekirse bu anlayış şöyle ifade edilebilir: “Batı’nın tekniğini alalım ama ahlakını almayalım.” Gerçi bu durum Tanzimat’a hasredilecek bir tavır değildir. Ta Tanzimat’tan, Servet-i Fünûn’dan, Millî Edebiyat’tan günümüze kadar bu fikir hayatiyetini muhafaza etmiştir.
Namık Kemal İntibah’ta Felatun Bey ve Râkım Efendi çizgisini takip etmiş kahramanlarını bu fikir üzerinden inşa etmiştir. İntibah’ta Ali Bey figürü bize Batılılaşma üzerinden bir şeyler anlatmaya çalışır. Namık Kemal, Ali Bey’in yaşadığı olumsuzlukları sıralarken kadın figürünü de geleneksek manada kullanır. Çünkü ona göre kadın olmasa belki Ali Bey bu kadar müşkülatın içerisine düşmeyecekti. Mizancı Murad’ın kaleme aldığı Turfanda mı Yoksa Turfa mı? isimli eseri daha çok Osmanlı hayatının iç dinamiklerine yönelik bir tenkittir. Kitapta eğitim, memur zihniyeti gibi çok önemli noktalara değinilir ve eğitimin yetersizliği üzerinde durulur. Ayrıca Osmanlı memurunun kokuşmuşluğu ve hazır yiyicilik taraftarı olması da romanda tenkit edilir. Çünkü Mizancı Murad aslında burada biraz da siyasî bir çizgi takip etmektedir. Batılılaşmanın yahut Batılılaşamamanın izleri onun eserlerinde de görülmektedir. Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası isimli romanıyla Tanzimat devri içerisinde diğerlerinden biraz daha ciddi bir roman yazsa da romanı yine de mütekâmil bir eser hüviyetini arz etmemektedir. Tanpınar’a göre Araba Sevdası yerden ayak kesmenin ve dolayısıyla “hız”ın romanıdır. Çünkü Osmanlı Batı’ya yetişmekte geç kalmıştır ve bir an önce bu gecikmişliğini telafi etmek zorundadır.
Bütün bu romanlara baktığımızda Osmanlı edebî eserlerin toplumun aksayan taraflarını ele almak istedikleri açıkça görülebilmektedir. Osmanlı aydını karşısında durduğu Batılılaşma problemi üzerine düşüncelerini ifade etmiş ve ortaya bazı eserler çıkarmıştır. Fakat bu edebî eserler sathî olmaktan kurtulamamıştır. Dolayısıyla muhatabı olduğumuz edebî eserler dönemin “pansuman” anlayışı içerisinde teşekkül eden eserlerdir.