Tarih Nedir?

Edward Hallet Carr, Tarih Nedir?, Çev: Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, 255 s. 

Yaklaşık bir asra yakın bir zaman yaşam süren Edward H. Carr, 1892 yılında İngiltere’de dünyaya geldi. Meslek hayatına bir diplomat olarak başlayan Carr, devlette çok önemli görevlerde bulundu. 1940’lı yıllardan itibaren daha çok bilimsel alanda yoğunlaşmaya başlayan Carr, bir taraftan akademisyenlik yaparken, diğer taraftan birçok yayına imza attı ve gazeteci–yazar–akademisyen kimliği ile Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler, Siyasi Tarih, İktisat ve Felsefe alanında pek çok araştırmacıya eserleri ile ilham kaynağı oldu. Aynı zamanda bir biyografi yazarı da olan Carr doğduğu Birleşik Krallık’ta vefat etti (1982).

Yaşamı boyunca birçok kitap telif eden Carr, “Tarih Nedir?” adlı çalışması ile de ilim dünyasında, özelde tarih ve tarih felsefesi alanında büyük ufuklara kapı araladı. Seviyesi ne olursa olsun tüm okur kitlesine hitap etme özelliğinde olan “Tarih Nedir?”, Carr’ın zaman zaman verdiği konferansların bir denemesinden oluşan bir yöntembilim çalışması olma özelliğini taşımaktadır. Yazar, tarihin ne olduğunu irdelediği kitabında, farklı tarih tanımlarına yer verirken, okurlarına kendine özgü bir tarih felsefesi armağan etmektedir.

İlk bölümde tarih, tarihçi ve olgular arasındaki ilişkiyi inceleyen yazar, ikinci bölümde toplum ve birey bağlamında tarih felsefesini ele almıştır. Üçüncü bölümde bilim ve ahlak bağlamında tarihi, tarihçiyi ve tarih felsefesini inceleyen yazar, dördüncü bölümde tarihte nedensellik olgusunu analiz etmiştir. Beşinci bölümde ilerleme olarak tarih konusunu ele alan Carr, çalışmasını kitapta yer verdiği konuşmalarını özetler mahiyetteki “Genişleyen Ufuklar” başlığını koyduğu altıncı bölümde tamama erdirmiştir.

Birinci bölümde yazar, tarih felsefesi bağlamında tarihçi ile olgular arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışmaktadır. Yazarın kitabında “Tarih Nedir?” sorusuna verdiği ilk cevabı da, tarihi, “tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog” olarak tanımlamak olmuştur. Carr’a göre tarihçi, olguları olmaksızın köksüz ve boş, olgular da tarihçiler olmadan ölü ve anlamsızdır. Tarihçi olgularının ne aciz bir kölesi ne de zalim bir efendisidir. Tarihçi ile olguları arasındaki ilişki bir eşitlik, bir alış-veriş ilişkisinden ibaret bulunmaktadır.

Yazara göre olgu, varılan sonuçlardan farklı olarak bir deneyim verisidir. Sağduyucu tarih görüşü olarak da tanımlanan bu görüş, tarihi, doğrulanmış bir olgular kümesi olarak tanımlar. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb. içinde de olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır, evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar. Önce olgular ortaya koyulur, sonra tehlike göze alınarak yorumlarda bulunulmaya başlanır. Bu, sağduyucu tarih okulunun en temel bilgelik kuralını oluşturmaktadır.

Barraclough’a referansla, bizim okuduğumuz tarihin hiç de olgusal olmadığını, onun bir dizi kabul edilmiş yargılardan oluştuğunu söyleyen Carr, çağdaş tarihçinin iki görevinin olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre tarihçi, az sayıdaki anlamlı olguları bularak onları tarihin olgularına dönüştürmeli ve pek çok olguları tarih değildir diye bir kenara bırakmalıdır. Fakat bu anlayış, tarihin inkâr edilemez ve nesnel olgular topluluğundan oluştuğu yolundaki 19. yüzyılın yanlış düşüncesinin tam zıddını oluşturmaktadır. 19. yüzyıl ise bir olgular ve belgeler fetişizmiyle tamamlanmış ve haklı kılınmıştır.

Tarihçi ve olgular arasındaki ilişkinin izlerini takip ederek bir tarih felsefesi resmetmeye çalışan yazar, ilk bölümde Stresemann, Voltaire, Ranke, Burckhardt, Rowse, Collingwood ve Becker gibi tarihçilerin görüşlerini aktarır. Yazarların tarih felsefesine dair görüşlerine dair kıyaslamalarda bulunan yazar, eleştirel bir bakış açısı ile düşünürlerin birbirinden ayrıldıkları ve bir noktada buluştukları yönlere temas eder.

İkinci bölümde E. Carr, tarih kelimesinin iki anlamda kullanıldığını söylemekte ve “tarihçinin yaptığı araştırma” ile “tarihçinin geçmişte araştırdığı olgular” anlamında “bireylerin toplumsal varlıklar olarak içine girdikleri toplumsal bir süreç” olarak tanımlamaktadır. Toplum ile birey arasındaki hayali olduğu düşünülen karşıtlık ise, düşüncemizi farklı kanallara sevk eden ve takip edilen konuyu saptıran bir unsurdan ibarettir.

Toplumun mu bireyin mi önce geldiği meselesi, ikinci bölümde yazarın kafasını meşgul eden soru işaretlerinden birisidir. Tavuk–yumurta örneğine yer veren Yazar, Donne’den ödünç aldığı , “Hiç kimse kendi içinde bütün bir ada değildir; herkes kıtanın bir parçası, karanın bir kısmıdır” sözüyle, toplum ve bireyin birbirinden ayrılamayacağını, birbirlerine zıt değil  birbirleri için gerekli ve bütünleyici olduğunu ifade etmektedir.

Carr, bir tarih felsefesi ortaya koymaya çalıştığı eserinde tarihçinin, kendisinin konuya yaklaşımındaki hareket noktasını kavramadıkça çalışmasının tam olarak anlaşılamayacağını ve hak ettiği değerin verilemeyeceğini; tarihçinin çıkış noktasını toplumsal ve tarihi bir temelden aldığını belirtmektedir. Marks’a referansla da Carr, eğitimcinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğinin unutulmaması gerektiğini, beyin yıkayan bir kişinin eş zamanlı olarak kendi beyninin de yıkanmış olacağını ifade etmektedir. Çünkü tarihçi, tarih yazmaya başlamadan önce tarihin bir ürünüdür.

Carr’ın eserindeki edindiği temel amaç; tarihçinin, üstünde çalıştığı toplumu nasıl sıkı sıkıya yansıttığını göstermekten ibarettir. Yazara göre, akışın içinde olan sadece olaylar değil, aynı zamanda tarihçinin kendisidir de. Bunun için Carr, tarih okurlarına, bir tarih eserini ellerine aldıklarında sadece baş sayfadaki yazarın adına bakmamalarını, aynı zamanda yayın ya da yazım tarihine de bakılmasını tavsiye etmektedir. Eğer bir filozof, bize, aynı nehirde iki defa yıkanılamayacağını söylüyorsa ve bunda haklıysa, iki kitabın aynı tarihçi tarafından yazılamayacağı da açık olarak görünmektedir. Çünkü bir tarih eseri, belli bir döneme ait, belli bir tarihçinin olgular ve olaylarla oluşturduğu bir üründür. Tarihçi incelenmeden önce ise onun tarihi ve toplumsal çevresi incelenmelidir. Çünkü tarihçi, bir birey olarak, aynı zamanda hem tarihin hem de toplumunun bir ürünüdür.

Üçüncü bölümde Carr, bilim ve ahlak bağlamında tarih meselesini ele almaktadır. Eserinde, insanın ve çevresinin, insanın çevresine etkisini ve çevrenin insana etkisini inceleme kaygısıyla, insanın çevresini anlaması ve onun üstündeki egemenliğini geliştirmesini vaaz eden Carr, tarihçinin, bütün bilim adamları gibi durmadan “niçin?” sorusunu soran bir varlık olduğunu belirtmektedir. Tarihin olgusal olmadığını, kabul edilmiş yargılar dizisinden ibaret olduğunu yineleyen Carr, kitabında bilim ile tarih ilişkisine değinerek, farklılıklar ve benzerlikler üzerine kafa yormaktadır.

Buna göre, tarih yalnız ve yalnız tek (biricik) şeylerle ilgilenirken, bilim ise genel şeylerle uğraşır. Tarih biricik ve genel arasındaki ilişkiyle uğraşır. Tarihçi gerçekte biriciklerle değil, biricikler içindeki genel olanla ilgilenir. Tarihçi, olgu ile yorumu birbirinden ayıramayacağı gibi, biricik ile geneli de birbirinden ayıramamaktadır. Bilimde olduğu gibi tarihten ders çıkarılamamakta ve gelecek önceden haber verilememektedir. Tarihte insan kendini, gözlediği için tarih, zorunlu olarak öznel bulunmaktadır. Tarih, bilimin aksine din ve ahlak sorunlarını da irdeleyerek mevzu bahis etmektedir.

Carr’a göre genellemenin tarihe yabancı olduğunu söylemek doğru değildir; çünkü tarih, genellemelerle beslenmektedir. Elton’un deyişiyle tarihçiyi, tarihi olgular toplayıcısından ayırt eden şey genellemedir. Tarihten ders çıkarmak, hiçbir zaman tek yönlü bir süreç değildir. Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aynı zamanda bugünün ışığında geçmişi öğrenmek demektir. Tarihin işlevi, geçmiş ve yaşanılan zaman hakkında daha sağlam bir anlayışı, bunların karşılıklı ilişkileri içinde ilerletmektir.

Tarihin, din ve ahlak sorunları ile yakından ilgili bulunduğu için genel olarak bilimden, hatta öteki toplumsal bilimlerden ayrıldığını belirten yazar, tarihin dinle ilişkisi noktasında, ciddi bir gökbilimci olmanın, evreni yaratan ve yöneten tek bir Yaratıcı’ya inançla bağdaşabileceğini dile getirmektedir. Carr, ciddi bir tarihçinin bir bütün olarak tarihin akışını düzenlemiş ve ona anlam vermiş olan bir Yaratıcı’ya inanabileceğinin ileri sürüldüğünü aktarmaktadır. Tarihin ahlakla olan ilişkisi bağlamında ise yazar, kamusal eylemler üstünde ahlak sorununun ciddi bir karışıklığa yol açtığını ifade ederken, oyunun önemli kişileri üstüne ahlak yargılarında bulunulmasının tarihçinin görevi olduğu inancının uzun bir geçmişe dayandığını sözlerine eklemektedir.

Tarihin hareketten ibaret olduğunu ve hareketin, karşılaştırma demek olduğunu belirten tarihçi Carr, tarihçilerin ahlaki yargılarını “ilerici” ve “gerici” gibi karşılaştırmacı nitelikteki kelimelerle açıklamaya, “iyi” ve “kötü” gibi uzlaşmaz mutlaklarla açıklamaktan daha çok eğilimli olduklarını vurgulamaktadır. Tarihin bilimler arasında sayılması tezi üstüne kafa yoran Carr, tarihin klasiklerden çok daha zor ve herhangi bir fen bilimi kadar ciddi bir konu olduğunun altını çizmektedir. Carr’a göre bu çarenin uygulanması, tarihçilerin kendi aralarında yaptıkları işe daha güçlü bir inançla bağlanmalarını gerektirmektedir. İçinde yaşadığımız dönem benlik bilinci dönemidir. Tarihçi ne yaptığını bilebilir ve bilmelidir.

Tarih incelemesini, nedenlerin incelenmesi olarak gördüğü dördüncü bölümde yazar, tarihte nedensellik meselesini irdelemeye çalışmaktadır. Tarihçi, Carr’a göre, durmadan “niçin?” sorusunu sorar ve cevap bulma ümidiyle ısrarını sürdürür. Büyük tarihçi veya düşünür, yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar içinde “niçin” sorusunu soran kimsedir. Montesque’nun, her krallığı yükselten, sürdüren ya da yıkan maddi ya da manevi nedenler olduğunu söylediği gibi, tarihin temel aktörlerinden biri olarak büyük güçlerin/devletlerin yükselişleri ve çöküşlerinde de bu nedenler aranmaktadır.

Tarihte nedensellik konusunun temel mantığının ve anahtarının bir amaç gözetme fikri olduğunu öne süren Carr, bunun zorunlu olarak değer yargılarını da işin içine kattığını ifade etmektedir. Daha önceki bölümlerde de belirttiği gibi Carr, tarihte yorumun her zaman değer yargılarına bağlı olduğunu ve nedenselliğin de yoruma bağlı olduğuna işaret etmektedir. Meinecke’nin deyişiyle de tarihte nedensellik ilişkilerinin araştırılması, değer yargılarına başvurulmaksızın imkânsız görünmektedir. Çünkü nedensellik ilişkilerinin aranmasının ardında her zaman dolaylı ya da dolaysız değerlerin aranması yatmaktadır. Tarihte nedensellik konusunda tarihçi, “niçin” sorusunun ardından “nereye” sorusunu da artık sormaya başlamaktadır.

Yazar kitabının beşinci bölümünde ilerleme olarak tarih konusunu ele almış; altıncı bölümünde ise tarihin ve tarihçinin konumuna yönelik bazı değerlendirmelerde bulunmuştur.

Carr, Acton’un, tarihi, “ilerleyen bir bilim” saydığını zikretmekte, tarihin dayanacağı bir varsayım olarak insanın başarılarında bir ilerleme bulunduğunun kabul edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Tarihin, edinilmiş becerilerin kuşaktan kuşağa iletilmesi içinde bir ilerleme olduğunu belirten yazar, ilerlemenin belirli bir başlangıcı ve sonu olmadığını vurgulamaktadır. Aklı başında hiç kimse, geri dönüşsüz, sapmasız ve kesintisiz, süreklilik içinde devam eden, kopuksuz düz bir çizgi boyunca ilerleyen türden bir gelişmeye hiçbir zaman inanmamıştır. Açıktır ki, ilerleme dönemleri olduğu gibi gerileme dönemleri de vardır.

Hegel ve Darwin gibi bazı düşünürlerin ilerleme konusundaki görüşlerine eserinde yer veren Carr, çalışmasında ilerleme ve evrimle ilgili karışıklığa da bir çözüm bulma arayışı içinde bulunmaktadır. Hegel, ilerici tarihle ilerici olmayan doğa arasında kesin bir ayrım gözeterek mevzu bahis bu zorluğun üstesinden gelmeye çalışmakta iken, Darwin ise devrimi, evrim ile ilerlemeyle bir sayarak bütün sıkıntıları kaldırma eğilimi içindedir. Fakat bu, evrimin kaynağı olan toplumsal edinmeleri birbirine karıştırarak daha kötü bir yanlış anlamaya yol açmış görünmektedir. Ayrıca değişme de, artık bir başarı, bir imkân, bir ilerleme değil de, korkulan bir şey olarak düşünülmeye başlanmıştır.

İlerlemeye inanmak, kaçınılmaz bir sürece değil, insan yeteneklerinin ilerleyen gelişmesine inanmak anlamındadır. Carr’a göre ilerleme, soyut bir terimdir. İnsanlığın peşine düştüğü somut amaçlar ise, başka herhangi bir kaynaktan değil, tarih sürecinin içinden zaman zaman ortaya çıkar. Bununla birlikte Yazar, insanın yetkinleşebileceği ya da gelecekte yeryüzünün bir cennet olacağı inancı içinde bulunmamaktadır. Fakat kendi payına bir ilerlemeye de inanmakla yetinir.

Önemle üzerinde durulması gerekli husus olarak tarih hakkındaki görüşümüzün, toplum hakkındaki görüşümüzü yansıttığını belirterek yazar, eserinde toplumun ve tarihin geleceğine olan inancını açıklamaktadır. Yazara göre tarihte ilerleme, olgular ile değerlerin karşılıklı bağımlılığı ve etkileşimi ile meydana gelir. Nesnel tarihçi, bu karşılıklı sürece en derinlemesine nüfuz eden tarihçidir. Durağan bir dünyada tarih anlamsızdır. Tarih, özünde değişimdir, harekettir ya da ilerlemedir. Gelecekte gelişme yeteneğine inancını kaybeden bir toplum, geçmişteki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabucak vazgeçer.

Sonuç olarak “bugün” kavramı, geçmişle geleceği ayıran imgesel bir çizgi olarak tasarımdan öte bir anlam kazanmamıştır. Bugünden söz edilirken de başka bir zaman boyutu gizlice tartışmanın ortasına girmiş bulunmaktadır. Geçmiş ve gelecek aynı zaman boyutunun parçaları olduğu için, bugünle ilgilenmekle gelecekle ilgilenmek birbirine bağlı bulunmaktadır. Tarih, Edward Carr’a göre, geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılması ile başlar. Gelenek ise geçmişin alışkanlık ve tecrübelerinin geleceğe taşınmasıdır. Geçmişte olan şeyler, bu yüzdendir ki, gelecek kuşakların istifade etmesi için kayıt altına alınır.

Leave a Comment