Tek Kubbenin Seyri: Tevhidi Yakalamak
25 Kasım 2018 sabahı İlmi Etüdler Derneği mensupları olarak bu yılki “Kültür ve Medeniyet Gezileri”mizin durağı olan Edirne’ye yola çıktık. Edirne; Meriç ve Tuna ırmaklarının birleştiği, tarihi MÖ. 2000’lere kadar uzanan ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’ne de İstanbul’un fethine kadar 88 yıl başkentlik yapan bir şehirdir. Türkiye’nin batısında, Trakya Bölgesi’nde yer alan şehirde ilk durağımız Karaağaç oluyor.
Osmanlı hakimiyeti zamanında tren garı yapılan ilçe, ciddi bir hareketlenme ve ekonomik canlılık yaşamış, yabancı tüccarların yerleşimleri artmış ve konsolosların uğrak mekanı olmuş. Tren garının etkisiyle gittikçe kozmopolitleşen Karaağaç, Balkan savaşlarından Lozan Antlaşması’na kadar ciddi değişimler yaşamıştır. Tren garı iki kule arasına yapılmış geniş bir kemer ve kulelerin yanlarındaki binalardan oluşur. Gar, Kıbrıs Harekatı zamanında boşaltılarak ön karakol olarak kullanılmış ve sonradan da Trakya Üniversitesi’ne verilerek günümüzdeki Güzel Sanatlar Fakültesi halini almıştır. Hemen yanında Süleyman Demirel tarafından yaptırılan Lozan Anıtı ise, Karaağaç’ın kurşun sıkılmadan Lozan’da tazminat olarak alınmasının sembolüdür. Üç sütundan oluşan anıtta en büyük sütun Anadolu’yu, ortanca sütun Trakya’yı, en küçük sütun da Karaağaç’ı simgeler.
Karaağaç’tan sonraki durağımız II. Bayezid Külliyesi oldu. Bayezid zamanında yapılmış olan camii ve külliye döneminin en önemli eserlerindendir. İçinde şifahane, medrese, tabhane, aşhane, değirmen, güneş saati, eczane bulunan büyük ve incelikle düşünülmüş bir külliye. Müze haline gelmiş olan külliyeyi gezerken şifahanede çalışan hekimlerin burada zamanın en ileri tıp bilgileriyle eğitildiğini öğreniyoruz. Hastalar için ne ihtiyaç varsa, şifahane için ne ihtiyaç varsa bu külliyenin içinde bulunuyor. Gelen hastalar yalnızca maddi olarak şifa değil manevi olarak da şifa buluyor. Musiki ile ruh hastalıklarının tedavi edildiği külliyede kullanılan altın oran, eşit yankı ölçüsü mekan tasarımının ne kadar dikkatli düşünüldüğünü bizlere açıklıyor. İnsanın incitilmeden ve değer verilerek iyileştirildiği bu yerde, ağır hastalar için yazlık ve kışlık odalar bulunur ayriyeten haftanın iki günü ücretsiz olarak halka ilaç dağıtılırmış. Burada etrafa bakarken düşündüğüm şu oldu, “Sosyal devlet anlayışı sahiden modern devlete mi ait?”
Külliye’nin ardından girdiğimiz camide, Osmanlı mimarisinde mimarların hedeflediği tek kubbede geniş bir mekana ulaşma arzusunun yansımasını görüyoruz. Büyük bir kubbe yapılmaya çalışılmış ancak hala Ayasofya’nın kubbesinin büyüklüğüne ulaşılamamış. Yine de dönemine göre Edirne’de yapılan en büyük ve dikkat çekici camilerden biri. Erken dönem Osmanlı mimarisine benzer olarak caminin avlusunu çevreleyen kubbelerin iç işlemeleri birbirinden farklı motiflerle bezenmiş ancak yapı klasik dönem mimarisine yaklaşan bir mimariye sahip.
Camiden çıktıktan sonra öğle yemeği için Kaleiçi’ne gidiyoruz. Buraya Kaleiçi denilmesinin nedeni Roma döneminde inşa edilmiş olan surların içinde olmasıdır. Ancak bu surlardan geriye yalnız bir kule ve bir duvar kalmış. Kaleiçi’nde birçok tarihi ev ve dükkan var. Mimarilerin çoğu birbirinden farklı, 19. Yüzyıl Osmanlı mimarisinin yanı sıra Rum mimarisi ve Avrupa mimarisinde evler görmek mümkün. Gayrimüslimler tarafından yapılan evleri sıra sıra bitişik yapılışından ve balkona sahip olmalarından anlayabiliyoruz.
Öğle yemeğinden sonra meşhur Üç Şerefeli Camii’ye gidiyoruz. İlgimi çeken ilk şey üç şerefeli minare değil, burgulu yapıdaki minare oluyor. Üç şerefeli minarenin her şerefesine farklı çıkışlar var ve caminin bulunan dört minaresi hep başka dönemlerde yapılmış. Sonradan yapılan her minare ecdada saygıdan dolayı öncekinden daha kısa inşa edilmiş. Klasik dönem Osmanlı mimarisinin ilk nüvesi bu cami. İlk şadırvan burada yapılıyor ve cami enlemesine genişliyor. Hz. Peygamber’in (sav) ön safta namaz kılmanın faziletinden bahsetmesi Osmanlı halkında öyle büyük bir tesir bırakıyor ki, camide ön safta daha çok yer olması için yapı enlemesine inşa edilmiş. Hatta yetmemiş minberin altında dahi bir kişilik namaz kılacak oyuntu bırakılmış. Caminin her kubbesinin motifleri birbirinden güzel ancak klasik dönem Osmanlı motiflerinden farklı olarak daha karışık motifler. Yine burada da büyük bir kubbe altında geniş bir mekan yaratma fikrinin görüyoruz. Camilerin mimarileri ile Allah’ın tekliğini, tevhidi vurgulama çabası Osmanlı mimarisinin inanca ve kültüre dayalı bir gelişim izlediğini bize açıklıyor.
Aslında Edirne deyince herkesin aklına ilk Selimiye Camii gelir. Edirne’nin merkezinde, doğudan gelenlerin iki minareli olarak gördüğü, batıdan gelenlerin ise dört minarenin ihtişamını gördüğü bir geometri hesaplaması ile inşa edilmiş. Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği cami nihayet Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbeye sahiptir. Osmanlı tevhidin simgesini Selimiye’de yüceltmiştir. Mimar Sinan bu muhteşem eserini muhteşem bir ekiple yapmamış olsaydı belki de mükemmelliği yakalayamayacaktı. İznik’ten getirilen çiniler, işlenmiş mermerler dönemin şartları ve imkanları göz önüne alındığında bize şunu anlatıyor; insanı büyüten bir kişi olmadığı gibi, başarıyı sağlayan da bir kişi değildir. Başarı ve azim bir ekiple nihayet mükemmele götürür. Mimar Sinan’ın ustaları da, çırakları da en az onun kadar başarılı ve işinin ehliydi. Bunu ince ince işlenen kubbelerde ve sütunlarda görüyoruz. Ancak yine de Mimar Sinan’ın dehasını göz önüne almak gerekir, çünkü o bir camiyi yalnızca namaz kılınan yer olarak görmemiş, bize Selimiye’de yaptığı tek kubbeyi destekleyen sekiz sütunla semayı ayakta tutan sekiz meleği hatırlatmıştır. Kubbede İhlas Suresi yazarken, beş kademeli pencerelerle İslam’ın beş şartını hatırlatmıştır. Selimiye, şu anda UNESCO koruması altında bulunan Dünya Kültür Miraslarından biridir. Hepimizin mest olarak gezdiği cami, yanında bulunan külliye ve arastalar ile de etrafına yaşamı toplamıştır.
Selimiye’den çıkıp son ziyaretimizi Eski Camii’ye yapıyoruz. Ulu Camii olarak da biliniyor. Burası Edirne’de yapılan ilk anıtsal mekan ve Mescid-i Nebevi örnek alınarak yapılıyor. Küçük kubbelerle genişleyen mekana Edirneliler 5. Makam demişler. İlk makam Mekke’de, ikincisi Medine’de, üçüncüsü Kudüs’te, dördüncüsü Şam’da ve beşincisi de burada. Buraya çok önem atfediyorlar. II. Murat zamanında Hacı Bayram Veli hazretleri burada yıllarca hatiplik yapıyor. Edirne halkının büyük hürmet gösterdiği hazretin makamı hala korunmuyor. Camide Kabe’de yaşanan bir deprem esnasında yıkılan taşların hediye olarak verildiği ve buranın duvarına koyulduğu rivayet ediliyor. Eski Cami’de bir başka farklılık ise duvarlarına ayetler, hadisler, halifelerin isimlerinin yazılmış olması. Bunun nedeni o dönemde yaşayan halkın dini farkındalığını arttırmak ve halka camiye geldiğinde bu bilgileri tekrar tekrar hatırlatmak. Böylece cemaatin İslam’a olan yakınlığını pekiştirmek istiyorlar. Aynı zamanda yapılan ilk hanımlar mahfili de bu camide. Eski Camii birçoğumuzun hissiyatında başka bir yer ediniyor. Duvarlardaki lafızların kalplerimize ve zihnimize ani sirayetini fark ediyoruz. Daha önce ziyaret ettiğimiz camilerde mimarinin temaşasıyla hayran olarak idrak ettiğimiz hazları burada yazıları okuyarak alıyoruz.
En son serbest zaman tabii. Hediye alanlar ve çay içenler mi diye ayıramıyorum çünkü bu boş zamanı arkadaşımla çay içmeye giderek geçirdim. ? Ancak dönüşte herkesin yüzünde hoş bir gülümseme gördüm. Edirne küçük, sakin ve güzel bir şehir. Şehir sizi yormuyor ve bir telaşın içine asla sürüklemiyor. Zamanın hala kendi seyrinde olduğunu fark ediyorsunuz. Ayrıca Kaleiçi oldukça Üsküdar’a benziyor.
Edirne’yi oldukça sevdiğimizi düşünüyorum. Bunda İLEM olarak gezmemizin de büyük bir payı var. Hoş muhabbetimiz daim olsun. Nice seyahatler, hep birlikte!