Türk’ün Göçebe Ruhu

Türk’ün Göçebe Ruhu, Erol Göka, Timaş Yay., 2010, s. 240

(Bu yazı İnsan ve Toplum dergisinde yayımlanmıştır.)

Psikiyatrist Erol Göka psikiyatrinin sosyal bilimler ve felsefeyle ilişkisine dair çalışmaları ile tanınan bir yazardır. Göka, uzun süredir büyük grupların davranışlarına ve bu davranışların tarihsel kökenlerine dair yaptığı araştırmalarıyla Türkiye’deki tarihsel psikoloji çalışmalarına önemli katkılar yapmaktadır. Bu yazıda değerlendirilen Türkün Göçebe Ruhu isimli kitabında yazar Türklerin uzun tarihsel dönemlerde değişmediğini ileri sürdüğü bazı davranışları göçebelik olgusu etrafında ele almaktadır. Kavramsal ve kuramsal olarak yazarın daha önceki çalışmalarına dayanan eserin bu bağlamda daha önce yayımlanan iki kitabı tamamladığı söylenebilir.

Göka, tarihsel okuma ve Anadolu’daki güncel yaşam pratiklerine dayanarak Türklerin tarihsel süreç içinde değişime direnç gösteren davranışlarının ve psikolojik özelliklerinin bulunduğunu düşünmektedir. Göka’ya göre her Türk bireysel özelliklerinden bağımsız olarak Türk olması münasebetiyle ortak bazı psikolojik özellik ve davranış örüntülerine sahiptir. Göka’nın “Türk Grup Davranışı” kavramsallaştırması çerçevesinde ele aldığı bu davranışlar üzerinde eski Şaman dinî inançlar, göçebe-hayvancı-savaşçı toplumsal özellikler, söze dayanan kültürel yapılar, soy-sop tarzı örgütlenmeler gibi unsurların etkisi olduğunu düşünmektedir. Ona göre bütün bu unsurlar birbirileri ile bağlantılı olarak tarihsel süreç içerisinde varlıklarını günümüze kadar devam ettirmişlerdir.

Göka’nın grup psikolojisi kavramını kullanışı psikoloji literatüründekinden çeşitli farklılıklar arz etmektedir. Psikoloji literatüründe grup psikolojisi kavramı insanların gruplar halinde yaşarlarken muhtelif nedenlerden ötürü gruba uyum sağlamalarını ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Burada gruba uyma tarihsel bir süreklilik göstermekten ziyade grubun o anki varlığına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Göka ise tarihsel olarak aktarılan ve tekrarlanan bazı ortak davranış biçimlerinden bahsetmektedir.

Göka (2007) başka bir çalışmasında Türklerin davranış örüntülerindeki devamlılığını koruyan ortak grup davranışı ve psikolojik özellikleri tarif etmek için Jung’un “Kolektif Bilinçdışı” kavramına başvurmaktadır. Ancak, Göka kavramı Jung’un kullandığı anlam ve sınırlara sadık kalarak kullanmamaktadır. Jung’un kolektif bilinçdışı kavramı evrimsel bir temellendirme ile hayvan atalar da dâhil olmak üzere daha önceki tüm nesillerin biriktirmiş oldukları deneyimleri ihtiva etmektedir ve bu özelliği ile evrensel bir yapı arz etmektedir. Aynı zamanda Jung, kolektif bilinçdışındaki bu evrenselliği yine evrim teorisi çerçevesinde tüm insan ırklarının beyin yapılarının ortak olmasıyla açıklamaktadır. Göka ise dil yapıları, yaşam biçimi ve gelenekler aracılığıyla aktarılan bir grup davranışından bahsetmektedir.

Göka, Türklüğün tanımında önemli bir ayırt edici işlev biçtiği* (Anadili çeşitli lehçeleri ile Türkçe olana Türk denir.) anadilin, grup davranışlarının tarihsel süreç içerisinde nesiller arasında aktarılmasında en önemli unsur olduğunu düşünmektedir. Göka, dile yaptığı bu vurguyu desteklemek üzere Wittgeinstein’in dilin toplumsal pratikleri üreten en temel unsur olduğu şeklindeki ikinci dönem felsefî tartışmalarına ve Türkiyatçı Jean Paul Roux’un Türk dilinin yapısı ile o dili konuşanların davranışsal ve zihinsel yapıları arasındaki geçişe dair düşüncelerine başvurmaktadır. Böylece Göka temelde, aynı dili konuşmanın insanların toplumsal davranışlarında ortak bir örüntüyü şekillendireceğini ileri sürmektedir.

Bu teorik zemin dâhilinde yazar, Türk’ün Göçebe Ruhu’nda Türklerin göçebelik yaşantılarının bugünkü yaşam pratikleri ve psikolojik özellikleri üzerindeki etkilerini incelemektedir. Ona göre tarihsel süreç içerisinde farklı biçimlerde yerleşik yaşama geçiş söz konusu olsa da Türklerin göçebeliğinin değişik biçimler altında sürdürülmesi söz konusudur. Böylece göçebelik tarihte kalmış bir olgu değil halen daha varlığını sürdüren bir durumdur. Bu bağlamda yazarın temel tezi, yerleşik yaşama geçiş, kentleşme, İslamlaşma ve modernleşme süreçlerindeki gelişmelere rağmen, göçebe ruh halinin halen Türk grup psikolojisinin belirleyicilerinden birisi olduğudur (s.39).

Yazar hem bu kitabında hem de Türk grup davranışını konu edinen diğer çalışmalarında (2006, 2007, 2008) Türklere dair yargılarını yalnızca Anadolu Türklerinin yaşam biçimleri üzerine yaptığı incelemelerden çıkarmaktadır. Ona göre Anadolu Türklerinin incelenmesinden elde edilen neticeler tüm Türklere genellenebilir(s.19). Yazar bu iddialarını destekleyecek türden argümanlar sun(a)masa da ortak bir dilin mensubu olmanın bu genelleme için yeterli olacağı iddiası, çalışmaları boyunca kendini göstermektedir. Anadolu Türklerinin İslamla, farklı kültürel gruplarla, siyasal sistemlerle, coğrafi yapılarla etkileşim içerisinde bugünlere taşıdıkları pratiklerini, sadece dil ortaklığı üzerinden çok farklı siyasî, dinî, coğrafî sistemlerle etkileşen diğer Türk gruplarının pratiklerine teşmil etmek metodolojik açıdan eseri zayıflatmaktadır. Bu genellemeci tavır yazarın zaman zaman kültürel belirlemeciliğe (cultural determinism) düşmesine yol açabilmektedir. Çalışmalarında bilimsel tavrı önemseyen Göka’nın bu tür genellemeleri haklı kılacak incelemeleri zamanla gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Göka’ya göre göç ile göçebelik arasında temel bir ayrım söz konusudur. Yazar, psikiyatri ve psikoloji literatüründe çokça ele alınan göç olgusunun, modern zamanlarda ekonomik, siyasal ve toplumsal nedenlerle ortaya çıkmış olan zorunlu bir yer değiştirme eylemi olması hasebiyle “Zorunlu Travmatik Göç” olarak adlandırır. Göçebeliği ise her ne kadar dönem dönem benzer zorunlu travmatik unsurları barındırsa da, tercihen yapılan bir göç eylemi olması nedeniyle ‘yaşama tarzı’ olarak değerlendirmektedir. Literatürde üzerinde durulmamış bir konu olan göçebelik olgusu ile ilgi yapılacak çalışmalara bir zemin hazırlaması bakımından bu ayrım önemlidir.

Göka, Türklerin göçebe olduklarını, göçün Türk’ün yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğunu, en yerleşik halinde bile göçün dinamizmini yansıtacak unsurların yerleşik hayatta mevcut olduğunu düşünmektedir. Yazara göre göçebenin ruh halini belirleyen temel faktör mekânla iğreti bir ilişki kurmasıdır. Bu ilişkiye bağlı olarak ortaya çıkan varoluşsal belirsizliği bertaraf etmek için göçebe toplum muhtelif psikolojik savunma mekanizmaları geliştirmektedir. Göçebeler mekânda sabitliği sağlayamayınca onun yerine başka sabiteler geçirmektedirler. Bu bağlamda Göka, Türklerin “Devlet-i Ebed Müddet” veya “Kutsal Vatan” anlayışlarında bu tür savunma mekanizmalarının izlerini görmektedir.

Göka, Türk’ün mekanla kurduğu iğreti ilişkiden kurtulmak için başvurduğu diğer bir önemli yolun ise içinde bulunduğu sözlü kültüre sığınmak olduğunu belirtir. Göçebe, mekânda bulamadığı aidiyet hissini söze sığınarak, sözü muhkem kılarak gerçekleştirmektedir. Yazar, göçebe yaşam tarzı dolayısıyla sözlü kültürün mensubu olan Türklerin, ortak davranışlarının, psikolojilerinin de sözlü kültüre göre şekillendiğini ve bugün de bu durumun izlerini görebildiğimizi söyler. Geçmişten günümüze uzanan sohbet halkaları, aşıklık ve türkü geleneği, kahvehane ve eğlence kültürünün bir sembolü olan Karagöz ve Hacivat, Meddahlık vb. uygulamalar ona göre sözlü kültürün birer yansımalarıdır.

Göka’ya göre göçebelikten kaynaklanan sözlü kültürel yapı sebebiyle Türklerde yerleşik-yazılı kent kültürü ile alakalı olan felsefî ve bilimsel düşünce ortaya çıkmamıştır (s.219). Türk yöneticilerinin bilim sanattaki hamiliklerine dair Türkiyatçı Roux’un görüşlerini değerlendiren yazar, bu hamiliğin Türklüğün değil devlet ve imparatorluk geleneğinin bir sonucu olduğunu iddia eder. Yazar devamla Türklerin devlet örgütlenmelerinde, mimarî, musikî, şiir gibi alanlarda başarılı ürünler verdiklerini ancak bilim ve felsefe alanında ileri gidemediklerini söyler. Ayrıca özellikle Hilmi Ziya Ülken’i referans göstererek Türklerin bilim ve felsefe alanında tam bir kapalılık gösterdiklerini, yerleşik yaşama geçtiklerinde dahi Ortaçağ İslam filozoflarının eserlerini şerh etmekle yetindiklerini ileri sürer (s.219). Düşünce hayatının yerleşik yazılı kent kültürü ile alakalı olduğu kabulünden yola çıkan yazar, göçebe Türklerin zaten felsefî ve bilimsel düşünce üretemeyeceklerini kabul etmektedir. Ancak yerleşikliğin ve yazılı yaşamın neticesi olan bu tür olguların bin yıllık yerleşik yaşam sonrasında dahi neden ortaya çıkmadığını açıklayamamaktadır. Diğer taraftan Göka Türklerin müzik, mimarî, şiir alanlarında başarılı ürünler verdiğini düşünmektedir. Ancak bu alanlarda başarılı ürünlerin verilebilmesinin bilim ve felsefe alanında gerçekleşen ilerlemelerle ilişkili olduğu fikrini ihmal etmektedir. Yazarın Ülken’den aldığı fikirler esasen belirli bir dönemden sonra İslam düşüncesinin üretkenliğini ve canlılığını kaybettiğini ileri süren şarkiyatçıların şerh ve haşiye literatürüne dair düşüncelerine dayanmaktadır. Bu sebeple sorgulanmaksızın alınamayacak bu fikirlere dayanmak Göka’yı hiç de istenmeyen bir konuma götürmektedir.

Göka’nın grup davranışı konusu çerçevesindeki çalışmalarının devamı olan Türk’ün Göçebe Ruhu Türkiye’de yeni gelişen Tarihsel Psikoloji alanına katkıları dolayısıyla okunmayı hak etmektedir. Ancak yazarın genellemelerle ulaştığı temel tezlerini desteklemek üzere yeni çalışmalar yapması gerekmektedir.

Kaynakça:
Göka, E.(2006). Türk Grup Davranışı, Ankara: Aşina Kitaplar
Göka, E.(2007). Türklerin Ruhu Göçebe mi?, Avrasya Dosyası, 13(2), 183-219
Göka, E.(2008). Türklerin Psikolojisi, İstanbul: Timaş Yayınları

Leave a Comment