Uygarlıkların Grameri

Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul, 2014, s. 613

Her uygarlığın kendine özgü bir karakteri vardır. Bakış açılarına göre, bu karakteri besleyen faktörler değişebilir. Ancak her uygarlığı kendi dönemine, kendi şartlarına, kendi inanışlarına göre değerlendirmek elzemdir. Bu değerlendirmeyi yaparken de ötekileştirme yapmamak, dar kalıplara sokmamak ve objektifliği korumak önemlidir. Braudel’in bu objektifliği yapmadığını söylememiz abes kaçmaz. Bu yazının amacı, ünlü tarihçi Fernand Braudel’in Uygarlıkların Grameri adlı eserinde kullandığı bakış açısını değerlendirmek, ötekileştirdiği, değersiz gördüğü değerlerin, aslında kendi kıyaslamaları sebebiyle değersizleştiğini ve yaptığı uygarlık tanımının evrensel bir tanım olarak kabul edilemeyeceğini tartışmaktır.

Fernand Braudel, Annales ekolünün kurucu bilim insanlarından biridir. Annales ekolü, geçmişin sadece siyasi belgelerle izah edilemeyeceğini; sosyal ve ekonomik boyutların yanında, diğer bilim dallarının verileriyle beraber değerlendirildiğinde tablonun daha da netleşeceğini düşünen araştırmacıların düşünce okuludur. Ünlü tarihçinin 1962’de neşrettiği Uygarlıkların Grameri adlı eserini de bu faktörleri dikkate alarak yazdığı anlaşılmaktadır. Annales ekolünün geliştirdiği Yeni Tarih; tarihi değişimlerde ve farklılıklarda coğrafyanın, iktisadın ve zihniyetlerin etkilerini ve işlevlerini ortaya çıkarmıştır. Annales ekolünün ikinci kuşağının üstadı kabul edilen Braudel’in bu eseri de, Yeni tarihçiliğin tarihçilik anlayışına örnek teşkil eder. Braudel kitabında tarihin arka odalarına atıfta bulunmayan kitapları, tarih yazımını eleştirmiştir.

Kitabının ismine Uygarlıkların Grameri demesinin sebebi düşünülünce, Braudel’in uygarlıkları anlamak için gerekli olan bazı köşe taşları olduğunu düşündüğü söylenebilir. Fernand Braudel, kitabının ilk bölümünün giriş cümlesinde de belirttiği gibi, uygarlık tanımını yaparken maddeci bir yaklaşımda bulunmuştur. Bu bağlamdan bakılınca materyalist bir bakış̧ açısına sahip olduğu düşünülebilir ki ilerleyen bölümlerde de uygarlık tanımını yaparken bu görüşü savunduğunu görmekteyiz.

Kitap giriş̧ ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Kitap, başlığı ile aynı ismi taşıyan Uygarlıkların Grameri bölümüyle başlamakta, Avrupalı Olmayan Uygarlıklar bölümüyle devam edip, Avrupa Uygarlıklarını ele aldığı üçüncü bölümle tamamlanmaktadır. Yazar bu üç kısmı kendi içinde de kısımlara ayırarak bütünsel bir çerçeveyle Uygarlıklar tablosu ortaya çıkarmaya çalışmıştır.

Kitabının başına daha sonra önsöz olarak eklenen, 1983 yılında Corriera della Sera’da çıkan ve Fransa’da yayınlanmayan makalesinde, Fransa eğitim sistemini eleştirmiş̧, geleneksel tarihin sadece olaylara ve sonuçlara bağlı kaldığını, yeni tarihin ise bu sonuçların sebepleriyle ilgilendiğini anlatmıştır. Olayların sonuçları ne kadar bir toplumu etkilerse etkilesin, bu sonuçlara sebep olan toplum, coğrafya, iktisat ve zihniyet etkileri, göz ardı edilemez. Dolayısıyla şimdiki zamanı anlamak için geçmişi anlamak gerekir.

Birinci bölümde yazar, uygarlık kelimesinin ortaya çıkışından, farklı kullanımlarından ve kültür ile olan ilişkisinden bahsetmiştir. Uygarlıkları; mekânlar, toplumlar, ekonomiler ve ortak zihniyetler olarak ayrı başlıklarda değerlendirmiştir. Braudel uygarlığı tanımlarken barbarlığın karşıtı olan bir durumu anlatmıştır. Burada uygar halk, gelişmiş̧, ideal maddi ölçülere ulaşmış/yaklaşmış toplum olarak tanımlanmıştır.. Braudel’e göre her uygarlık belirli bir iktisadi yapı tarafından düzenlenmiş değerler bütünüdür. İktisadi yapı ise, insanların değerlerle yaptığı mücadelenin sonucudur.

Ünlü tarihçiye göre, tarih homojen bir akıntı değildir. Zamana ve mekâna göre farklılıklar söz konusudur. Mekân diyerek kastettiği coğrafyaya özel olarak önem atfeder. Uygarlığı meydana getiren unsurlar; fert, cemiyet ve son olarak da coğrafyadır. Coğrafyanın uygarlıkların gelişimini zorladığı veya kolaylaştırdığını savunması İbn Haldun’un görüşü olan “Coğrafya, kaderdir.” sözünü akla getirmektedir. Nitekim tarihe bakılırsa coğrafyanın bir uygarlık üzerinde etkisinin oldukça fazla olduğu gözlemlenir. Mısır’ın bu kadar güçlü bir medeniyet olması, Nil Vadisi’nin koşullarına uyum sağlamakta gösterdiği başarıdan geçmektedir. Mısır, koşullarının zorlamalarına yenilmemiş, bunun yerine teknik gelişme göstererek bu zorlukların üstesinden gelmiştir. Fakat medeniyeti sadece teknik gelişmelerle sınırlamak oldukça öznel bir seçim olacaktır. Bizim bu konudaki görüşümüz coğrafyayla bir savaş halinde olmak yerine etkisini kabul etmektir. Burada Braudel’in bahsettiği Arnold Toynbee’nin meydan okuma ve karşılık teorisini eleştirdiğimizi belirtmeliyim. Her ne kadar insanın, dünyayı imar etme hakkı bulunsa da, bunu bir meydan okuma olarak görmemesi gerekir. Evet, zorluklara karşı stratejiler geliştirilmeli, kullanım alanları iyileştirilmeli fakat bu esnada tahribin asgari olmasına özen göstermek gerekir.

İslâm dünyasında bu gibi çalışmaların ne denli naif olduğu görülmektedir. Ancak Amerika gibi bir ülkeye bakıldığında yollarının oldukça uzun ve engebesiz olduğu görülmektedir. Bu yapılar, coğrafya bizim emrimizde anlayışını bizlere gösterir. Bir toplum doğa ile savaşırken, diğer bir toplum doğaya saygı duyar. Bu farklılığa sebep olan da değer yargılarıdır. Her ne kadar coğrafya uygarlıkları etkilese de, uygarlıklar da coğrafyayı etkiler.

Kitabın ikinci bölümünde Avrupalı Olmayan Uygarlıkları incelemesi Fernand Braudel uygarlıkları Avrupalı olan ve olmayan olarak iki ayrı kategoride ele alır ve dünya toplumlarını ikiye ayırırken Avrupa’ya nispetle bir ayrım yapar. Bu durum onun dünyaya Avrupa merkezli baktığını göstermektedir. Bu bölümde ilk olarak İslâmiyet ele alınmaktadır. Burada Hz. Muhammed’den bahsederken kullandığı ifadeler, yazarın oryantalist zihniyete sahip olduğunun göstergesidir. İslamiyet geldikten sonra yaşanan zorluklardan ve dış baskılardan dolayı bazı Müslümanların Yesrib’e yani Medine’ye kaçtığını söylüyor. Hâlbuki İslâmî bakış açısına göre bu olay bir kaçış değil mecburi bir hicrettir. Medine’ye giden Müslümanların oradaki halkı yağmaladığını söylemesi tamamen yanlış bir bilgidir. Müslümanların Medine’ye varışından beş ay kadar sonra (bkz. Samhudi, s. 267) Hz. Peygamber, Mekkeli ve Medineli tüm ailelerin reislerinin katıldığı bir toplantı düzenlemiştir. Bu toplantıda, Medineli her bir aile reisi, Mekkeli bir aileyi yanlarına alacaktır. Herkes bu konuda ittifak eder. Hukuki bir antlaşma ile Mekkeli 186 aile Medineli ailelerin yanına yerleşir. Bu tarihi bilgi göz önünde bulundurulduğunda Braudel’in bahsettiği gibi bir yağmalamanın olması söz konusu bile olamazdı. Mekkeliler iyilikbilir ve kendilerine yapılanlara karşı minnettar kişilerdir. Bu anlaşmalı kardeşlik (muahat) yoluyla edindikleri mal ve mülkü, fırsatlarını buldukça kardeşlerine verdiklerini görmekteyiz. Braudel İslâmiyet’in ibadet konusunda Hıristiyan ve Musevi uygulamalarından esinlendiğini söylemektedir. İlk başta bakıldığında yanlış bir şey söylemiyor gibi görünüyor. İslam dini de Hıristiyanlık ve Musevilik gibi Allah’tan gelen ilahi bir din olduğu için ibadet şekillerinde benzerlik olması tabii kabul edilebilir. Fakat Braudel’in burada esinlenmiştir demesi, İslâm’ın bu dinlerden etkilendiğini, hatta taklit ettiğini ima etmektedir diyebiliriz. Ancak biliyoruz ki İslam beşeri bir inanış değildir. Etkilenmez aksine etkiler. Benzer şekilde İslâmiyet’in kökenlerini Hz. İbrahim’e dayandırmakta ve siyasal güç odaklı bir din olduğunu iddia etmektedir. Hâlbuki İslâm’ın amacı siyasal bir güç kazanmak değil, adaleti dünyada tesis etmektir. İslâm’ın ilk fethinin Hz. Ömer döneminde Bedeviler tarafından gerçekleştirildiğini söyleyen Braudel’in Mekke’nin fethi ile ilgili bir bilgi paylaşımında bulunmamasının amacını da anlamış oluyoruz. Müslümanların hiç kan akıtmadan yaptığı bu fetih, O’nun vakarlı duruşunu sabitliyor.

İslâm âleminin görkemi ve gerilemesi başlığında kullandığı tarihler dikkat çekicidir. Gerilemenin başladığı tarih olarak kabul ettiği 13. yüzyıl Anadolu’da Selçuklu devletinin, İran’da İlhanlıların hüküm sürdüğü devre tekabül eder. Eğer İslâmiyet’in liderlik konumunu kaybettiğini söylerken Selçuklu devletini kastediyorsa -ki Moğolların istilası ile Selçuklu Devleti güç kaybediyor ve yıkılıyor- bu bir nebze doğru olabilir. Fakat bir müddet sonra Moğollar da İslamlaşıyor.

Selçuklunun dağılmasının ardından Osmanlı Beyliği’nin yükselişi ve fetihleri söz konusudur. Bu yüzden 13. yüzyıldan sonra İslam devletlerinin gücünü kaybettiği söylenemez. Eğitim ve sanat çerçevesinden de bakarsak, Selçukluların kurduğu Nizamiye Medreseleri İslâm ilim dünyası açısından oldukça önemli ve güçlü durumdadır. İran’da bulunun İlhanlılar, özellikle sanat ve kültür bakımından zaman içerisinde oldukça ilerlemişlerdir. Ticarette de önemli bir yerleri vardır. Braudel, İslamiyet’i az gelişmiş devletlerin kaderiyle aynı potaya koymuştur. Bunun sebebi olarak İslâm devletlerinin endüstri devrimini gerçekleştirmediğini öne sürmüştür. Bu şekilde düşünmesini abes bulmuyoruz, zira kendisi 18. yüzyılda yaşamış rasyonalist aydınlanma felsefesiyle beraber Doğu ülkelerinin geri kaldığını düşünen bir tarihçidir.

Avrupalı olmayan uygarlıklardan bir diğeri Kara Kıta adını verdiği Afrika Kıtasıdır. İlk nazar ile de anlaşılacağı üzere, Braudel Afrika kıtasını karanlıkta kalmış yani gelişmemiş topraklar olarak görüyor. Burada bir kez daha anlıyoruz ki Braudel West and the Rest, yani batı ve geri kalanı gibi bir ayrımdan bahsediyor. Batı dünyasının Afrika üzerinde kurduğu kanlı sömürgeye “katı egemenlik” derken, İslamiyet’le olan temasa ise “sömürgecilik” demiştir. İslam ile Avrupa’nın köle ticaretini birbirine benzetmekte hatta Avrupa’yı daha saf niyetli anlatmaktadır. Hâlbuki Avrupa’nın kölelere yaptığı uygulamalarla, İslam dünyasının uygulamalarının karşılaştırılması mümkün değildir.

Üçüncü bölüm olan Uzakdoğu ayrımında anlattığı Hindistan-İslâmiyet ilişkilerinde de “İslâmiyet, Hindistan’da terörle baskın hale gelmiştir” ifadelerini kullanmıştır. Burada yapılan İngiliz sömürüsünden de katı ve sert egemenlik diye bahsetmiştir. Avrupa merkezli yaklaşıma göre Uzakdoğu, Asya’nın doğusu ve güney doğusundaki ülkelerdir. Anlaşılacağı üzere Braudel, Avrupa kıtası tarihi bir faktör olarak varlık dahi gösteremezken, Konfüçyüs gibi bir düşünüre sahip olan Çin topraklarını  “parlak uygarlık” olarak kabul etmemiştir.

Avrupa Uygarlıkları bölümüne başlarken, Avrupa’nın dünyanın merkezinde olmadığını söylemektedir. Fakat kullandığı kelimeler ve üslubuna bakıldığında bu fikirle kendi içinde çeliştiği fark edilmektedir. Bundan önce bahsettiğimiz her başlıkta kendisine göre doğru olan uygarlık yolu Batı yoludur. Afrika, Hint, Arap dünyası başarılı (parlak) bir uygarlık olmak istiyorsa Avrupa’nın yolundan gitmelidir. Son bölümde Avrupa’dan bahsederken diğer uygarlıklara yaptığı acımasız atıflara rastlanmamaktır. Refah sisteminden bahsederken göz ardı ettiği nokta adalettir.

Sonuç olarak; Avrupa’nın adaletsiz, insan sömürüsü üzerine kurulan ekonomi sistemi Fernand Braudel’e göre parlak uygarlıkken, Uygarlıkları bizim nezdimizce parlak kılan dünyada tesis ettikleri adalettir.

Leave a Comment