Yeryüzünün Başka Rengi de Varmış

Yazar: Haşem Gözgü

Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir? Bu soruyla çocukluğumuzdan beri sürekli karşılaşmışızdır. Çoğu kez de iki kutba ayrılmışızdır. Ancak bilmenin tek çizgiden ibaret olmadığını hayat her defasında karşımıza çıkarmıştır. Yolculuklar da okuyarak anlam kazanır, olgunlaşır ve faydalı hale gelir. Ben de her yolculuğumun öncesinde gideceğim yerin tarihi, sosyokültürel durumu, bölgenin hayat tarzlarını okuyarak yürüyüşüme başlarım. Pakistan seyahatim de öyle oldu. Gitmeden görmenin yolu okumak, görerek okumanın yolu benim için gitmek oldu. Pakistan’a varmadan çeşitli okumalarımı yaparak yola çıkmış olmanın verdiği bir müsterihlik vardı içimde. İlk defa farklı bir coğrafyayla karşılaşmanın heyecanıyla birlikte altı saatlik uçak yolculuğumuzun sonunda Pakistan’ın en kalabalık ikinci şehri Lahor’a vardık. Lahor’a ulaştığımızda gün daha yeni ağarıyordu. Saatleri ise Türkiye’ye göre iki saat ilerideydi.

Havaalanından çıkmamızla birlikte bizi karşılayan aşırı bunaltıcı sıcaklık, coğrafyanın ilk mesajıydı. Kesif bir hava ve dayanılmaz bir sıcaklık. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen yüzümüzü yakan ve nefesimizi daraltan bir sıcaklık karşıladı bizi. Havaalanından ayrılırken dışarının kalabalık olması, 220 milyon nüfuslu bir ülkeye geldiğimizin habercisiydi. İlk uğrak noktamız bir kahvaltı restoranı oldu. Tabi alışık olduğumuz bir restoran değildi burası. Her masanın başında büyükçe bir pervane ve sabahın erken saati olmasına rağmen tıklım tıklım dolu insan kalabalığı. Gelen kahvaltı tabağı ise kahvaltı kültürlerinin bizden bambaşka olduğunu gösteriyordu. Baharatın merkezine geldiğimizi ilk olarak burada farkına vardık. Kahvaltılarında bile aşırı baharatlı yemekleri ve bizdeki helvaya benzer ama aşırı yağlı tatlıları vardı. Biz daha çok ekmeklerini yemekle yetindik. Daha sonra dinlenmeye çekildik.

Gitmeden görmenin yolu okumak, görerek okumanın yolu benim için gitmek oldu.

Yolculuğun yorgunluğunu attıktan sonra İnsan Vakfı olarak kurban organizasyonu ve çeşitli temaslar kurmak için Pakistan’ın büyük vakıflarından biri olan Alkhidmat Foundation Pakistan vakfını ziyaret ettik. 1941’de Ebu’l-A’lâ Mevdudî ve 78 arkadaşının Pakistan’ın Lahor şehrinde İslami hareket olarak kurduğu Cemaati İslami‘ye yakınlığıyla bilinen vakıf, Pakistan’da yetimhaneler, hastaneler, okullar gibi birçok alanda hizmet vermekte.

Lahor’u daha sonra gezeceğimiz için burada çok fazla durmadan eskiden ipek yolunun önemli duraklarından biri olan Peshawar şehrine geçtik. Yolda süslü ve renk cümbüşü büyük arabalar gördük. Neden bütün büyük araçlar böyle rengarenk diye sorduğumuzda, geleneksel sanatlarını yaşatmak için olduğunu söylediler. Peshawar’de Kurban Bayramı namazını halısı olmayan bir camide kalabalık bir cemaatle kıldık. Bayramlaşmaları çok sade ve durgundu. Herkes geleneksel kıyafetleriyle gelmişti ama normal günden tek farkı elbiselerinin temiz ve ütülü olmasıydı. Bayram namazı sonrası kurbangâh dedikleri kurban kesim yerine gittik. Kurbanlıkların çelimsiz oluşu bizi hayli şaşırtmıştı. Memleketimizdeki etli sütlü hayvanların yanında bunlar, çok küçük ve zayıftı.

Kurban organizasyonu sonrasında dinlenmek için otele varırken trafikte motorsikletlerin çokluğu dikkatimizi çekti. Dört çocuklu altı kişilik bir ailenin motor üzerinde güvenliksiz yolculuğu, coğrafyanın ikinci mesajıydı. Yoksulluğun insanları tehlikeye sürüklemesiydi. İnsanların bu standartlarda yaşama nedenlerinin, iki yüz yıllık İngiliz sömürüsü olduğunu hatırlayınca taşlar yerine oturuyordu. Kendi menfaati için halkı yoksul bırakan ve emperyal emellerini buraya uygulayan bir sömürü bu. Sömürünün hala devam ettiğini görmek ise yürekleri burkuyordu. Eğitimlerinin %80’ninin İngilizce oluşu ve İngilizlerin sütlü çay gibi kültürlerinin burada yerleşmiş olması, kültürel ve sosyal sömürünün göstergeleriydi. Hiçbir Başbakanın görevini tam olarak tamamlayamadan indirilmesi ise siyasetteki kırılgan yapıyı gösteriyordu. Siyasette, kültürde ve sosyal yaşamda sürekliliğin ne kadar değerli olduğunu bu coğrafya, her köşesiyle gösteriyordu.

Kendi menfaati için halkı yoksul bırakan ve emperyal emellerini buraya uygulayan bir sömürü bu. Sömürünün hala devam ettiğini görmek ise yürekleri burkuyordu. Eğitimlerinin %80’ninin İngilizce oluşu ve İngilizlerin sütlü çay gibi kültürlerinin burada yerleşmiş olması, kültürel ve sosyal sömürünün göstergeleriydi.

Himalayaların eteklerinde bir bölge olan Dir bölgesine yola çıkarken Pakistan’ın ne kadar fazla tozlu olduğunu düşünüyordum. Adeta yıllarca sert bir rüzgarla süpürülmemiş, yağmurla yıkanmamış gibiydi. Bu düşünceler arasında vardığımız şehir, gittiğimiz üçüncü şehirdi. Burası önceki şehirlere benzemiyordu. Dağlar arasında kalmış bir ovayı andıran bir yerdi. Kurban Bayramının ikinci gününü burada geçirdik. Gittiğimiz yerlerde insanların bize karşı teveccühü bizi değerli hissettirmişti. Yanımıza Türkiye’den geldiğimizi duyan geliyor, ünlüymüşüz gibi bizimle fotoğraf çektiriyorlardı. Bu Türkiye’ye bakışlarını gösteren bir durumdu. Özel muamele görmemizin nedenleri arasında, hilafet bakiyesi olan bizim toprakların insanlarına duydukları samimi bağlılıkları olabilirdi. Laf arasında Arapların Osmanlı’ya isyan etmelerini kınamaları, belki de bunu gösteriyordu. Dünyanın ikinci kalabalık Müslüman ülkesi olmasına ve nükleer güce sahip sayılı İslam devletinden birisi olmasına rağmen, İslam sancağının bizim topraklarımızda tekrardan yükseleceğini düşünmeleri ise bizim sorumluluklarımızın büyüklüğünü gösteriyordu.

Şehir şehir adımladığımız Pakistan’da dikkatimizi çeken bir başka husus ise çok fazla dile sahip olmaları idi.  Etnik zenginliğin bir göstergesi olan 60 dilin kullanılması, coğrafyada bazen karışıklığa bile sebebiyet veriyordu. İlginç olan ise karışıklığı gideren dilin İngilizce olmasıydı. Burada hemen hemen herkes İngilizceyi ana dili gibi biliyordu ve dil anlaşmazlığı olduğunda İngilizceye başvuruyorlardı. Zaten ülkenin iki resmi dilinden birinin İngilizce olması, durumu gariplikten kurtarıyordu. Resmi dillerinin ikincisi olan Urduca ise bu coğrafyada en çok kullanılan dil idi. 

Faysal Camii

Kurban Bayramının bu coğrafyadaki karşılığı sadece kurban eti ve tatil günleriydi galiba. Zira gittiğimiz yerlerde Kurban Bayramı’nın esamesi bile okunmuyordu. Ne bir bayram şekeri ne bir bayramlaşma ne de kolonya ikramı. Her yer sıradan bir günmüş gibiydi. Bayramı sadece Başkent İslamabad’da biraz hissettik. Onun nedeni ise Dünyanın en büyük camilerinden biri olan Faysal Camiinin etrafındaki yoğun kalabalık ve neşeydi. Çok sıcak bir gün olmasına rağmen insanlar akın akın camiye gelerek tatillerini burada geçiriyorlardı. Öğle namazı kıldıktan sonra İslamabad’dan ayrılıp Murree şehrine gittik. Burası doğal güzellikleriyle nispeten zenginlerin yaşadığı ve hava sıcaklığının diğer şehirlere nazaran bayağı düştüğü bir şehir. Buradaki doğal manzaralara hayran kalmamak elde değil. Pakistan’da olduğunu unutturan ve Karadeniz’de olduğunuzu hissettiren bir yer. Ama bu güzelliklerin dışarıya yansımaması, bu bölgeye turistlerin gelmesini engelliyor. Yerli halk ise tatili fırsat bilip kilometrelerce yol katederek buraya gelip piknik yapıyor. Bu güzel manzaraya şahitlik ettikten sonra tekrar ilk geldiğimiz şehre, yani Lahor’a döndük.

Şehir şehir adımladığımız Pakistan’da dikkatimizi çeken bir başka husus ise çok fazla dile sahip olmaları idi.  Etnik zenginliğin bir göstergesi olan 60 dilin kullanılması, coğrafyada bazen karışıklığa bile sebebiyet veriyordu.

Lahor, gittiğimiz en canlı ve karmaşık şehirdi. Her an bir yerden motorsiklet karşınıza çıkabilir ve kaza yapabilirsiniz. Ayrıca buranın sıcaklığı diğer şehirlere oranla daha bunaltıcıydı. Pakistan’da geçireceğimiz son iki günü Lahor’u gezmeye ayırdık. Şehri gezmeye başladığımızda dikkatimizi çeken şeylerden birisi, bu kadar yakıcı bir sıcaklığın olmasına rağmen kadınların burka giymesiydi. İnce bir tişörtle gezmeye bile dayanamazken kadınların bu şekilde dolaşmaları, bizi çok şaşırtmıştı. Ama biliyorduk ki bu yaptıkları cennete girme vesilelerinden biriydi. Rabbimizin yardımı belki de onlara yardım ediyordu. Her an sevap kazanmak tam olarak buydu.

Lahor’un surlarla çevrili kadim şehrini gezmeye başlarken bizi karşılayan açık hava pazarı, baharatlı ağır kokusuyla gezmemizi dayanılmaz bir hale getiriyordu. Labirenti andıran, eğri büğrü ve tek kişinin geçebileceği dar sokaklarından ilerlerken muhteşem bir haz alıyorduk. Farklı bir coğrafyanın enteresan bir köşesindeydik. Bu bizi inanılmaz mutlu ediyordu. Daha sonra Güney Asya’nın en büyük ikinci camisi olarak bilinen Badşâhî Camiini ziyaret ettik. Muazzam mimarisiyle bizleri büyüleyen camii, aynı anda 100 bin kişiye ev sahipliği yapacak büyüklükte bir yerdi.

Muhammed İkbal’in kabri (1877-1938)

Hemen yanı başında ise Pakistan’ın milli şairi Muhammed İkbal’in (1877-1938) kabri bulunuyordu. Orayı da ziyaret ettikten sonra akşam yemeği için bir restorana gidelim dedik. Ancak tam yola çıkarken fırtına koptu ve ardından muson yağmurları, sokakları sele döndürdü. İri ve hızlı inen yağmur damlalarına rağmen motorsikletle yolculuk yapanlar, tereddütsüz yoluna devam ediyordu. Bir an için olup biteni anlamayarak şok geçirdik. Aşırı sıcak bir havada bulut olmamasına rağmen bir anda nasıl bu kadar şiddetli bir yağmur yağdı, hayret ettik doğrusu. Yağmur dinerken biz de bir restorana girdik. Pakistan’da hemen hemen her restoranın önünde uzun namlulu silahlarla korumalar vardı. Güvenlik problemi hiç yaşamamamıza rağmen bu korumalara anlam veremedik. Nedenini sorduğumuzda ise geleneksel bir uygulama olduğunu söylediler. Ardından Pakistan/Lahor’daki son günümüz için dinlenmeye geçtik.

Ebü’l A’la Mevdûdî’ nin Kabri

Son günü, Ebü’l A’la Mevdûdî’nin İngiliz sömürge yönetimi altındaki Hindistan’ı sömürüden kurtarmak için İslami bir hareket başlatmak üzere kurduğu Cemaati İslami’nin genel merkezini ziyaret edip Mevdûdî’nin evini ve bahçesindeki kabrini ziyaret ederek geçirdik. Güney Asya’da büyük bir İslami uyanış hareketi olan Cemaati İslami, bu coğrafyada yayılmak için etkili bir alan bulmuştu. Kurulduğundan bugüne dek etkin bir siyasi parti olan Cemaati İslami, toplum nazarında ise değerli bir konuma sahip. Lise yıllarında tanıdığım/okuduğum büyük mütefekkir bir şahsiyeti ve kurduğu müesseseyi ziyaret etmenin verdiği bir heyecan vardı içimde. Dönüp baktığımda kabri başında uzaklara dalıp gittiğimi hatırlıyorum. Yaptıklarını ve yazdıklarını görünce/okuyunca hayranlığım biraz daha artıyordu. 

Kabri ve Cemaati İslami’nin merkezini ziyaret ettikten sonra şehrin pazarlarını adımlamaya başladık. Her pazar kendi özelliğine göre ayrılmış gibiydi. Her çeşide göre ayrılmış bir pazarları vardı. Giyim, gıda, hediyelik eşya, yemek ve teknolojik ürün pazarları hep farklı yerlerdeydi. Düz sokakların karışıklığına rağmen muntazam bir şekilde ayrılmış pazar sokakları, ilgimizi çekmişti. Oraları gezip yemeğimizi yedikten sonra uçak saatini beklemek için otele geldik. Sabah yolculuğuyla da memleketimize döndük.

Her ülkenin bir kaderi vardır. Pakistan’ın kaderi ise bana göre aşırı sıcaklıkla baş etmek. Kaldığım süre boyunca sıcakla başa çıkmanın savaşını verdim diyebilirim. Klimanın temel ihtiyaç olduğu bu ülkeyi adımlarken bazı gerçeklikleri de görmüş oldum. İnsanların samimiyeti, sıcak kanlılığı bakış açımı değiştirdi, ön yargılarımı yok etti. Bana burayla ilgili en ilginç şey nedir diye sorsalar, insanların her şeye rağmen hayatı kabullenişleri derdim. Bu yolculuk da bitince ilahi emrin neden yeryüzünü dolaşın dediğini biraz daha anlamış oldum. İnsanı, coğrafyayı, toplumu ve en önemlisi kendini tanımak adına yola çıkmanın kıymetini bir daha anladım. Ancak “bütün yolculuklar O’nda nihayet bulur ayeti gereğince bu yolculukların/hayatın biteceğini hatırlayarak Allah’a hamd ediyorum.


Haşem Gözgü

Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Arapça ilahiyat bölümünde tamamladı. Aynı üniversitenin İslam Mezhepleri Tarihi bölümünde yüksek lisans öğrenimine devam etmektedir. Ayrıca Sosyoloji (Auzef) ve Bilim Tarihi (Yandal) bölümlerinde okumaktadır. İlem Eğitim Komisyonu üyesidir.
Modern Ortadoğu Tarihi, Toplumsal hareketler, fikri- hareketler ve hizipleşme faaliyetleri akademik ilgi alanlarıdır.

Leave a Comment