Yolların Ayrılış Noktasında İslam
Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslam, Çev. Hayrettin Karaman, İstanbul, İz Yayıncılık, 2013, 120 s.
“Bugün Müslümanların karşılaştığı problem, yolların ayrılış noktasına gelmiş bir yolcunun problemidir. Yolcu olduğu yerde duraklayıp kalabilir; fakat bu onun açlıktan ölümü göze alması demektir. Üzerinde garb medeniyetine gider yazılı yolu da seçebilir. Fakat bu takdirde ebediyyen mazisine veda etmesi gerekmektedir. Ya da üzerinde gerçek müslümanlığa yazılı yolu seçer; işte bu yol, kendi mazileri ve kendi kudretleriyle canlı bir geleceğe doğru ilerlemeye imanı olanları kendisine çeken tek yoldur.’
Yahudi asıllı Avusturyalı gazeteci, yazar ve araştırmacı olan Muhammed Esed 1900 yılında Lwew kentinde doğdu. Esed, zamanının en itibarlı gazetelerinden olan Frankfurter Zeitung için ortadoğu muhabirliği yaptı. Bu görevi sırasında yaptığı ortadoğu seyahatleri neticesinde 1926 yılında islamla şereflendi. Libya bağımsızlık mücadelesine katıldı. 1942 yılında babası ve kızkardeşi Nazi toplama kampında öldürüldü. 1947’de Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dairesi başkanı ve İslamî Tecdit Kurumu üyesi oldu, çalışmalarda ve araştırmalarda bulundu. 1952 yılında Pakistan’ın Birleşmiş Milletler’deki ve Pakistan Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevlerinden istifa etti. YollarınAyrılış Noktasında İslam haricinde Mekkeye Giden Yol, Kur’an Mesajı, Doğunun Romantik Olmayan Yüzü, İslamda Yönetim Biçimi, eserlerini telif etti.
Yazar, bu kitabı hazırlamaktaki gayesinin müslümanların Batı medeniyeti karşısındaki duruşunun nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını yanıtlamak olduğunu belirtmektedir.
Dünyayı ve dolayısı ile müslümanları yönlendirebilecek bir güce erişmiş olan Batı medeniyeti karşısında nasıl bir tavır almamız gerektiği bizim öncelikli sorularımızdandır. Bu sorunun cevabını vermeden dinimizin emrettiği hak ve adalet sistemini gerçekleştirmek için çalışmalar yapmak abes ve muhal bir uğraştan öteye geçemez. Müslümanlar üzerinde ciddi bir tahakkümü bulunan Batı medeniyeti karşısındaki stratejimizi düzgün bir şekilde belirleyemezsek dünyada dilediğimiz sistemi tesis etmemiz mümkün değildir. ‘Yolların Ayrılış Noktasında İslam’ kitabının bu hususta bize çok güzel bir klavuz olacağı kanaatindeyim.
Yazar kitabın ilk bölümünde ‘’İslam’ın Yolu’’ başlığında İslamiyetin özelliklerini bir müslümanın sahip olması gereken vasıfları açıklamaktadır. İçinde bulunduğumuz çağı ‘mesafelerin yenilmesinin mümkün olduğu asır’ olarak tanımlamaktadır. Bu tanım bulunduğumuz asır için isabetli bir tanımdır. Biz gerçekten de kapıların olmadığı bir dünyada yaşamaktayız. Kitapta iletişim imkânlarının had safhaya ulaştığı bu dönemde bir milletin diğer milletlerden bağımsız bir şekilde hayat süremeyeceği belirtilmektedir. Medeniyetler sürekli bir alış-veriş içindedir. Bu ilişkinin de karşılıklı olması zaruridir. Bu zaviyeden bakıldığında modernitenin kurucu filozoflarının bahsettiği modernitenin kendi göbek bağını kendi kestiği görüşü tamamıyla yanlıştır.
Kitapta islamiyetin aklın ruha ait bir yöneliş ve görüşü değil sınırları belli bir sosyal nizam olduğu ifadesi geçmektedir. İslamiyet sadece namaz ve oruçtan ibaret olan, sınırları cami ile sınırlı olup sosyal ve siyasi hayatı etkilemeyen bir sistem değildir. Biz aile hayatımızdan iş hayatımıza kadar yaşamımızın her köşesini kuşatan bir dinin mensubuyuz.
Yazar insanın iki bilinçten birinin üzerine yaşam sürebileceğini belirtmektedir:
- ‘‘İnsan, sadece açık tecrübenin sonuçlarına dayanır, vardığı her neticeyi kendi sınırı içinde hapseder.’’ Bu çok sığ bir bakış açısıdır. Hayata bu zaviyeden bakan insanlar şüphesiz ki yaşamı anlamlandırma konusunda büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalacaklardır. Tabiatperestlerin yolu işte bu yoldur.
- İkinci bilinç ise ‘’din yolu’’dur. Bu anlayış diğerine göre daha tutarlı ve kapsamlıdır. Çünkü bu anlayışta sonsuz kudrete ve ilme sahip bir yaratıcının varlığı kabul edilmektedir. İnsan, aklının idrak edemeyeceği durumlarla karşılaştığında bu olayı açıklamaktan aciz kalmaz. Sonsuz kudrete sahip olan yaratcının bu fiilin gerçek faili olduğunun farkındadır.
Kitapta İslamiyet’in ruhun işlerini bedenin işlerinden tamamen ayırmadığı hususunda diğer dinlerden farklı olduğu belirtilmektedir. Buna delil olarak da namazda huşunun (gönül saygısının) bir takım beden hareketleriyle karışık olmasını gösterir. Bu doğru bir çözümlemedir. Fakat buradan beden-ruh ayrımı ve dünya-ahiret ayrımı yapmanın doğru bir tasavvur olup olmadığı tartışmaya açıktır. Çünkü peygamberimiz (s.a.v) bu dünyada yolcu gibi yaşamamız gerektiğini söylemektedir. Bizim asli vatanımız ahirettir. Bu dünya sadece oraya ulaşmak için kullanacağımız bir geçittir. Bu nedenle asli vatanımız olan ahiret ile bir geçiş yolu hükmünde olan dünyayı ayrı ayrı düşünemeyiz. Bizim için aslolan olan şüphesiz ki ahirettir. Fakat bu dünyada yolcu olarak yaşamamız dünyadan elimizi ayağımızı çekeceğimiz manasına gelmemelidir. Bu yolculuğumuzun sonunda varacağımız asli vatanımız olan ahirete daha uygun koşullarda varabilmek için yolculuğumuzu iyi bir şekilde geçirmeliyiz. İkisi birbirinden ayrı mefhumlar olmadığı için ahiret saadetini kazanabilmek için dünya saadetini terketmeye lüzum yoktur.
Yazar, kötülüğün asla temelden gelmediğini, onu insanın hayatında kazandığını belirtmektedir. Nitekim Esed’in bu görüşü ile doğan tüm çocukların islam fıtratı üzerine doğduğunu daha sonradan ailesi tarafından fıtratının değiştirildiğini belirten hadis-i şerif paralellik göstermektedir.
Yazar kitabın ikinci bölümünde ‘Garbın İçyüzü’ başlığı altında Batı medeniyetini bize tanıtmaktadır. ‘’Bütün faaliyet ve çabalarında bugünkü Garba hâkim olan gaye ‘maddi fayda’ ve aktif genişlemedir.’ demektedir. Bu doğru bir tespittir. Batı medeniyeti maddi çıkarları uğruna kendi manevi değerlerini görmezden gelip, diğer medeniyetlerin maddi manevi değerlerine, ahlak ve etikten yoksun bir şekilde saldırmaktadır. Hatta belli bir süre sonra bu maddi kazanç hırsı materyalist bir anlayışla harmanlanınca kendi dinlerini de maddi ihtiraslarına uygun bir hale dönüştürdüler.
Esed, bu bölümde manevi kemale cemiyet halinde ilerlenilemeyeceğini, her ferdin manevi kemale bizzat ilerlemesi gerektiğini belirtir. Bence, bu görüşe kesin bir doğruluk veya kesin bir yanlışlık atfedemeyiz. Manevi kemale erişmekte izlenicek yolun, kişiden kişiye farklılık arz edeceği her insanın kendi meşrebine göre farklı bir yol tutması gerektiği kanaatindeyim. Bazı insanlar toplumdan uzak bir durumda, inziva halinde iken manevi kemalini geliştirebilirler. Bazıları da toplum içerisinde diğer müslümanlar ile hemhal olarak manevi kemalini geliştirebilirler.
Kitabın bu bölümünde Bizans imparatorluğunun Roma imparatorluğunun gerçek bir varsi olmadığı sadece aynı topraklar üzerinde yerleştiği sebebi ile ortak bir özellikleri olduğu belirtilmektedir. Meşhur Roma adaletinin yalnız Romalılara ait bir adalet olduğu söylenmektedir. Gerçekten de durum böyledir. Roma imparatorluğunun gerek adalet sistemi gerek vatandaşlık formasyonu tamamı ile Romalı olmayan insanları dışlamak üzerine kuruludur. Nitekim günümüz Batı medeniyetinde de bu anlayışın tezahürlerini görmekteyiz. Evet Batı medeniyeti de diğer toplumları dışlayan bir bilinç üzerine kuruludur. Avrupa ülkelerinde yapılan ırkçı saldırılar, dünya tarihini bir avrupa tarihi imiş gibi yorumlama çabaları bu bilincin birer göstergesidir.
Yazar, bu bölümde Garb medeniyetinin doğrudan doğruya Allah’ı inkâr etmediği, fakat günlük düşünce nizamı içinde onun fayda ve yerini kabul etmediğini söylemektedir. Bence doğru bir tespittir. Batı medeniyetinin yaşantısında din, sosyal ve siyasi hayata etki etmeyen bir sistemdir. Batı medeniyeti hristiyanlığı bir din olarak yaşamamakta, hristiyanlığı dinsiz yaşantısına bir kılıf olarak kullanmaktadır. Kabul ettiklerini söyledikleri dinin hükümlerine ya uymamakta ya da hükümleri kendilerine uydurmaktadırlar.
‘’İslam medeniyetine yaklaşmakla Avrupa semasında parlak bir akıl nuru doğdu.’’ Avrupa gerçekten de müslümanlar ile olan etkileşimlerinden son derece karlı çıktı. Ortaçağ Avrupasının baskıcı rejiminden kurtulan Batı medeniyeti Doğu medeniyetlerinden aldığı ilim tohumlarını filizlendirip meyvesini yemekle kalmayıp, tohumların da gerçek sahibi olduğu iddiasında bulundu. Bu noktada Batı medeniyetinden çok asıl suç biz müslümanlardadır. Bizler ne yazık ki geçmişimize sahip çıkamadık. Geçmişimizin zengin birikiminden faydalanıp onu geliştirmek yerine geçmişimizi inkar ve itham edip Avrupa’dan medet umma yanlışına düştük. Tekrar eski gücümüze kavuşmak istiyorsak evvela bu zihniyeti değiştirmeliyiz.
‘‘Maddeye karşı açlıkları arttıkça, milletler arasında harpler çıkarmaya ve onlara silah satmaya başladılar.’’ Evet, Batı medeniyeti, gözünü kör eden madde hırsı nedeniyle hem insanları öldürmekte, hem de insanların birbirlerini öldürmelerini sağlayacak savaşlar çıkarmaktadır. Bu durum da göstermektedir ki Garb Medeniyeti kendi çıkarları uğruna dinlerinden, bütün manevi ve insani değerlerinden vazgeçebilir. Bu maddi hırs nedeniyle Avrupa insanı iffet, ana-baba sevgisi, aile bağları, komşuluk ilişkileri gibi kendilerine maddi getirisi olmayan faziletlere değer vermemektedir. Bu nedenle maddi gelişmenin yanında manevi bir çöküş yaşamaktadırlar.
Bu bölümün son kısmında yazar müslümanların Batı medeniyetinin müsbet ve tecrübi ilimlerinden faydalanması gerektiği, ama bu sırada kültürel münasebetlerden uzak durmak zorunda olduklarını belirtir. Bu dengeyi sağlamak gerçekten zordur. Ama zor olduğu kadar da elzemdir. Biz güçlü, dünyaya sözünü geçirebilen bir medeniyet olmak arzusunda isek teknik gelişmeden mahrum kalmamak, bu alanda en ileride olmak mecburiyetindeyiz.
Yazar, kitabın üçüncü bölümünde ‘Haçlı Seferlerinin Gölgesi’ başlığında Garb medeniyetinin islama karşı olan düşmanlığını anlatmaktadır. Batının sahip olduğu islam düşmanlığında haçlı seferlerinin yadsınamaz bir etkisi vardır. Çünkü haçlı savaşları Avrupa’nın çocukluk devrinde, yani medeniyetinin temellerini attığı devirde vuku buldu. Bir medeniyetin gelişimini bir insanın gelişimine benzetebiliriz. Nasıl ki bir insanın çocukluğunda yaşadığı hadiseler bilinçaltına yerleşir ve ömrü boyunca onu takip ederse bir medeniyetin de çocukluk dönemi diyebileceğimiz, temel taşlarını oturtmaya başladığı dönemde yaşadığı hadiseler adeta bilinçaltına yerleşir ve ömrü boyunca onu takip eder. Batıda haçlı seferlerinden ötürü meydana gelen islam düşmanlığı bunun bir örneğidir. Aynı zamanda bu düşmanlığa sebep olan haçlı seferleri Avrupa’nın ilk kez birliğe erdiği savaşlardır.
Kitabın dördüncü bölümünde ‘Terbiye Hakkında’ başlığı altında genel olarak müslüman şahsiyetin özellikleri ve islamda sosyal yaşantı konusu ele alınmaktadır. İslamiyetin ırkçılık ve soy taasubundan uzak, toplumdaki sınıf farklılıklarını kabul etmeyen bir anlayışta olduğu söylenmektedir. Dinimizdeki bu eşitlik prensibi müslümanlar arasındaki sosyal farklılıklardan ötürü çıkması muhtemel birçok çatışmayı engelleyebilecek niteliktedir. Fakat biz müslümanlar bu düsturu tam olarak idrak edemediğimiz için belli başlı iç çatışmalar yaşamaktayız.
Esed, ‘Taklid Hakkında’ isimli bölümde müslümanların batıyı taklid etmelerinin son derece abes ve faydasız bir uğraş olduğunu söyler. Bu taklit sevdasının sebebi Müslümanlara empoze edilen ‘İslam boşuna bir emektir’ gibi müslümanların özgüvenlerini kaybedip batıya yönelmelerine sebep veren yanlış anlayışlardır. Batı medeniyetinin şu an sahip olduğu en büyük silahı olan ‘teknik güç’ unsurunun bile müslümanlarla olan etkileşimlerinden sağladıkları kazanç ile elde edildiğini unutmamak gerekir.
Yazar, ‘Hadis ve Sünnet’ ve ‘Sünnetin Ruhu’ başlıklı bölümlerde peygamberimizin sünnetinin tatbik edilmesinin elzem olduğunu ve hadislere atılan iftiraların yersiz ve yanlış olduğunu açıklamaktadır. Vahyi bize getiren peygamberimize uymadıkça Kur’an’a karşı olan insaf borcumuzu da ödeyemeyeceğimizi söylemiştir. Sünnet-i seniyye bizim hayatımızı kuşatmadıkça ruhumuz en iyi ihtimalle bile muayyen zamanlarda gaflete düşmekten kurtulamaz. Gündelik meşgalelerimizi sünnet çerçevesinde yapmak, bu işi Allah rızası için yaptığımızdan ötürü bize Allah’ı hatırlatacaktır. Bu da ruhu, ruhun ölüm anı olan gafletten muhafaza edecektir.
Şark-garb kıyasını, müslümanların Batı medeniyeti karşısında alması gereken tavrı Batı medeniyetinin içerisinde yetişip sonradan islamla şereflenen bir müslümanın ağzından dinlemenin benim için hem ufuk açıcı hem de etkileyici olduğunu belirtmek isterim. Batı medeniyetinin islama olan saldırılarına karşı müdafaamızı belirlemede o medeniyet içerisinde yetiştiğinden dolayı batıyı iyi tanıyan bir yazardan öğrenmenin çok faydalı olduğunu söylemek gerekir. Yazarın düşüncelerini mantıklı ve tutarlı bir şekilde savunup, kitabı yazmaktaki gayesine ulaştığını görmekteyiz.
Her kitabı yazıldığı zamana ve her yazarı da yaşadığı döneme ve topluma göre değerlendirmemiz gerekmektedir. İnsanlar doğup büyüdükleri kültürlerin atmosferinden etkilenirler. Yazarın da doğup büyüdüğü toplumun kendisi üzerinde bir etkisi vardır. Kitabın bazı bölümlerinde bunu görmekteyiz. Mesela yazar, kitabın ‘’İslam’ın Yolu’’ isimli bölümünde islamiyetin diğer dinler gibi ruh-beden ayrımı gözetmediğini açıklarken dünya ve ahireti birbirinden farkı iki kavram gibi açıklamaktadır. ’’Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol’’ hadis-i şerifinin de belirttiği üzere bizim için dünya hayatı, asli vatanımız olan ahiret için bir yolculuk, bir hazırlık süreci olduğundan ötürü onu ahiretten ayrı bir kavram olarak değerlendirmemizin çok doğru olmayacağı kanaatindeyim. Ayrıca ‘Garbın İçyüzü’ isimli bölümde manevi kemale cemiyet halinde ilerlenemeyeceği söylenmektedir. Bu görüş ibadet için münzevi bir hayat sürmeyi öngören ruhbanlık anlayışı ile az da olsa parallelik göstermektedir. Fakat yazarın genel olarak bu kanaatte olmadığını, sadece manevi kemâlât için bunu söylediğini belirtmeliyiz. Sözünü ettiğimiz bu etkiler kitabın bütününe yansımamaktadır.
Kitabın teknik özelliklerini inceleyecek olursak yazarın son derece akıcı bir dil kullandığını görmekteyiz. Kısa, öz ve derin mânalar ihtiva eden, okuyucuyu sıkmayacak bir üslup kullanılmaktadır. Kitapta akademik dilden uzak, okuyan her insanın anlayıp idrak edebileceği bir anlatım vardır. Çeviride ise kullanılan kelimelerin anlaşılır, genel olarak cümle yapısının da düzgün olduğunu görmekteyiz.
Sonuç olarak diyebiliriz ki yazar, kitabında şark-garb kıyaslamasını çok iyi bir şekilde yapıp, müslümanlara altın değerinde öğütler vermektedir. ‘Yolların Ayrılış Noktasında İslam’ kitabını okunması gerekli ve ufuk açıcı kitaplar listesine koyabiliriz.