Evvel ve Ahir Zaman İçinde Bir Türkiye

Yazar: Rana Süeda Bora

  • Türkiye adaletli bir yer değil.

Engin Geçtan’ın çeşitli denemelerinden oluşan Zamane’sinde giriş metnine başlık olarak seçtiği bu cümlenin anlamı ve cümleyi giriş başlığı olarak seçmesinin sebebi ne olabilir? Ona göre yetişkinlerden duyduğunu tekrar ediyor gibi görünmeyen bir çocuğun elimizdeki kitaba ilham ve motivasyon kaynağı olan sözleri Geçtan’ın da dikkatini çekmiş ve zihninde bir hatta belki birkaç pencere açmış olacak ki bu cümle etrafında örülmüş Zamane.

Engin Geçtan, o çocuğa bunu düşündüren ve söyletenin neler olabileceğini, özellikle 1980 darbesinin ardından geçirdiğimiz toplumsal değişimlere dair tespitleriyle inşa ettiği denemelerde irdelemeye çalışıyor ve “Son yıllarda bize neler oluyor?” sorusunun peşine düşüyor. Ben de bu yazımda onun fikirlerini kendi anladığım şekliyle aktarmaya ve yorumlamaya çalışacak, bu yolda bilhassa 21. yüzyıl Türkiye’sinde hem kolektif hem de ferdî olarak cedelleştiğimiz yüksek ivmeli teknik, teknolojik ve sosyolojik değişimlerin hayatımıza etkilerini referans alacağım. Köyden göçtüğümüz kalabalık kentlerdeki yalnızlığımız, kentte karşılaştığımız farklı yaşam tipleri ve normları ile doğru şekilde ilişki kuramamış olmamızın kişiliklerimiz üzerinde bıraktığı hasar, bu karşılaşmanın da etkisiyle gitgide daha fazla körüklenegelen siyasi-toplumsal kutuplaşma gibi konulara eğilecek ve üzerinde fikir yürüteceğim.

Bir çocuğun Türkiye’yi adaletli bulmadığına dair sarf ettiği sözlerinden bu denli etkilenip onun ekseninde Zamane gibi bir kitabı kaleme almasının sebebini anlayabilmek için Geçtan’ın hikayesine genel hatlarıyla da olsa kulak vermemiz gerekir. Kendini, yaşanan süreçlerin hem parçası hem de mesleği itibariyle gözlemcisi olarak tanımlayan Engin Geçtan, 1932’de hayata gözlerini açtığı İzmir’de liseyi bitirene dek yaşamış, daha sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a gelmiştir. Yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde tamamladıktan sonra ise psikiyatri dalında uzmanlık yaptığı New York ve Columbia Üniversiteleri vesilesiyle Amerika’da yaşama deneyimi edinmiştir. Türkiye’ye dönüp ODTÜ, Ankara, Boğaziçi ve Marmara üniversitelerinde öğretim üyesi olarak görev yapar ve eşzamanlı olarak danışan görürken 2018 yılında sosyo-psikolojik analizlerinin bereketli bir menbaı olan İstanbul’da hayata gözlerini yummuştur.

Geçtan, çocukluğunu II. Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavurduğu dönemeçte savaşın Türkiye ve Türk insanı üzerindeki etkilerini kısmen hissederek geçirmişti. O zamanlar Türkiye mevzubahis hadiseler karşısında yalnızca seyirci konumunda olsa da yıllar içinde coğrafyamızda Geçtan’ın hayatının her bir parçasına yayılmış vaziyette vuku bulan iç karışıklıklar, ekonomik buhranlar ve askeri ihtilaller de ona gözlem alanı sunmuştu. İşte Zamane, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana dönüşen Türk toplumunun psikolojisini, özellikle de Geçtan’ın -tabiri caizse- demlendiği yaşlarında müşahede ettiği 1980 darbesinin bıraktığı izleri ve bu ihtilalin bizi hem bireysel hem de toplumsal olarak götürdüğü yeri incelememizi sağlayan bir çalışmadır.

Geçtan, 80 darbesi ile başlayan sürecin olumlu ve olumsuz etkilerinin bugün de katlanarak devam ettiğini düşündüğünden burayı nirengi noktası olarak alıp birtakım savlar öne sürmektedir. Sözgelimi darbeden sonra siyasi veya toplumsal bir kutup oluştuğunda bunun şaşırtıcı bir hızla karşıt kutbunu da inşa ettiğini, toplumumuzdaki kutuplaşma eğiliminin son yıllarda önü alınamaz biçimde arttığını iddia etmekte ve bu dinamik kutuplaşmanın toplumumuzu ileriye mi taşıdığı, yoksa geriye mi ittiği hususunda okuyucuyu düşünmeye davet etmektedir. Bugün kitle iletişim araçlarının da desteğiyle Geçtan’ın belki düşündüğünden de şiddetli bir kutuplaşma potansiyeli barındırıyoruz ve bu potansiyel bir kıvılcım gördüğü anda kendini tüm cesametiyle ortaya çıkarıyor.

Nirengi Noktası: Nirengi noktası, haritacılık ve jeodezi alanlarında, bir ağın temelini oluşturan ve konumları çok hassas bir şekilde belirlenmiş sabit noktalardır. Mecazi anlamda “nirengi noktası,” bir düşünce sisteminin, tartışmanın, olayın veya sürecin temel dayanak noktası veya referans noktası anlamında kullanılır.

Cesamet: Türkçede, bir nesnenin veya varlığın büyüklüğünü, hacmini veya boyutlarını ifade eder. Genellikle, bir şeyin büyük ve gösterişli olması anlamında kullanılır. bir durumun, olayın, ya da bir kişinin etkileyiciliğini, önemini, veya ağırlığını vurgulamak için kullanılabilir.

Bu noktada Gençtan sosyolojik sonucunu gördüğümüz bu olgunun bir de bireyler nezdindeki psikolojik temellerini irdeliyor ve oldukça önemsediği “infantil omnipotens” kavramına değiniyor. Buna göre; farklı görüşlere tahammülsüzlük, olaylar istediği yönde gitmeyince yaşanan öfke nöbetleri, etrafındakilere aşağılayıcı davranma vb. davranışların temelinde aslında çocuklukta yaşanamayıp yetişkinliğe kalan bir çocuksuluk, çocukluktan erişkinliğe geçişte edinilemeyen özerkliğin tuhaf ve öfke dolu dışavurumları yatıyor. Yazara göre özerkliğini kazanamadan büyüyen çocuk yetişkin olduğunda özerkliğini kazanmasına engel olmuş tüm ebeveyn davranışlarını tekrar eder ve bu nesiller boyu aktarılan bir kısır döngü haline gelir. Özerkliğini kazanamamanın da hem bireyin kendisi hem de mensubu olduğu toplum açısından bazı sonuçları -yahut bedelleri- vardır. Özerklik, bir insanın tüm dış faktörlerden azade bir şekilde iç sesine kulak verebilmesi, seçimlerini kendi iradesiyle yapabilmesi ve yaptığı seçimlerin de arkasında durabilmesidir.

Arnold Joseph Toynbee (1889-1975)

Geçtan’ın isabetle üzerinde durduğu gibi özgürlükten sık bahsettiğimiz halde özgür insanların özerk olup olmadığı ile hiçbirimiz ilgilenmeyiz, dış dünyada özgür insanın kendi iç dünyasında özerk olamayabileceği aklımıza gelmez. Üstelik fikrimce yetişkinliğe erişene dek özerkliğini kazanabilme oranı oldukça düşük bir toplumuz, iyi ihtimalle belki son zamanlarda artan farkındalıkla ancak yetişkin olduktan sonra bu gerçeği kavrayıp içine düştüğümüz kısır döngüyü görebiliyoruz. Bununla birlikte ben de Toynbee gibi kısır döngülerin kapalı birer havza olmadığına, gerçekten direnç gösterince kırabileceğimize ve fakat bunun yüksek farkındalık düzeyi ve sorunlara çözüm odaklı yaklaşımla mümkün olabileceğine inanıyorum.

Bana göre Geçtan’ın bir diğer önemli tezi, darbelerle politik duruşumuza ket vurulduğu iddiasıdır. Yazar, çağdaş insan için politik tavrın kimliğin bir parçası olduğunu ve o elinden alındığında yerini fanatizmin aldığını söyler ve bunu “kimlik geçişmesi sendromu” olarak adlandırır. Ona göre modern paradigma ve kentli yaşam biçimiyle karşılaşmanın beraberinde getirdiği kimlik krizi bizi, içini bir ideoloji yahut inanç sistemiyle doldurmaya çalıştığımız derin bir anlamsızlık duygusuyla örülü bir boşluğa gark ediyor. Her ne kadar bunun kökeni daha öncelere dayansa da yazara göre 80 darbesi sonrasında form değiştirerek varlığını sürdürdü ve Türk toplumunda üç kesim ortaya çıkardı: hali hazırda İslami inancı olup bunu ideolojik bir hüviyete büründürenler, radikal bir biçimde milliyetçiliğe yönelenler ve cumhuriyet kurulurken belirlenen ilkelere daha da katı bir şekilde bağlananlar. Gelinen aşamada ise “demokrasinin ilerleyişine ket vuran” şekilde toplumu “biz” ve “ötekiler” olarak ayıran “kolektif bir kilitlenme” içinde olduğumuzu söylüyor Geçtan. Bu kutuplaşmada yazarın da üzerinde durduğu gibi birtakım değerlerin çözülmesiyle sonuçlanan göç vesilesiyle köy-kent karşılaşmasının da etkili olabileceği kanaatindeyim.

Geçtan’a göre modern paradigma ve kentli yaşam biçimiyle karşılaşmanın beraberinde getirdiği kimlik krizi bizi, içini bir ideoloji yahut inanç sistemiyle doldurmaya çalıştığımız derin bir anlamsızlık duygusuyla örülü bir boşluğa gark ediyor.

Sanayi devrimi sonrasında endüstriyel üretimin aktif ve kesintisiz bir şekilde işleyeceği kentler inşa edildi ve zirai üretimin değersizleşip minimuma inmesiyle köyde atıl kalan insan gücü kentlere iş gücü olarak nakledildi. Kentler sanayinin, ticaretin ve bunların doğal uzantısı olarak burjuvazinin kalesiydi. Başı sonu belli, birkaç bin nüfuslu, herkesin herkesi tanıdığı, geçimini kâr ve artı değer kaygısı gütmeden ürettiği ile sağlayıp azla yetinen, dünyası köyünün -yahut en fazla köyün bağlı olduğu ilçenin sınırlarından ibaret olan insanlar tarihteki gidişatın onları getirdiği noktada bu sınırların dışına çıkmak zorunda kaldı, fakat ilk aşamada çıktığını çok da hissetmemek, toprağını aramamak kaydıyla. Köyleri terk eden bu insanlar öncelikle kentin merkezine değil çeperindeki mahallelere yerleşti ve yalnızlık- yabancılık duygularının pençesinden kurtulabilmek için birtakım ortak noktalar, çoğunlukla da ortak memleket (hemşerilik) ülküleri üzerinden dayanışmanın tesis edildiği komünitelere dahil oldu.

Kent merkezi ve çevre semtler dikotomisinde sosyal doku ve yaşam tarzındaki belirgin farklılıklara baktığımızda bu semtlerde hakikaten de birlik ve beraberlik ruhunun çok daha güçlü olduğunu ve kentlerin içinde bir nevi steril bir köy yaşamı ihdas edildiğini görebiliyoruz. Fakat Geçtan, kapitalist ekonomiye katılan bu kitlenin söz konusu ekonomik sistemin rekabetçi doğası gereği bir süre sonra istikametini ortak duygudaşlık üzerine inşa edilen bu komünitelerden kent merkezine ulaşma hedefine çevirdiğini, artık “kentteki köylü” değil, bizzat “kentli” olmak ve böyle anılmak istediğini söylüyor. Düğüm de tam olarak burada, insanın köklerine sırt çevirdiği ve kimliğini reddettiği yerde kopuyor. Yıllarca dinlediği danışanlarının hayat öykülerinden hareketle Geçtan, insanların geçmişlerini cezalandırmak için başka yerlere gitmesinin onları geçmişlerinden arındırmadığını, göç ne kadar geçmişle barışık ve köklere sırt dönülmeden yapılırsa kimlik bunalımı, yabancılaşma, kavranamayan bir dünya içinde kendini nerede konumlandıracağını ve nereye tutunacağını bilememenin getirdiği çaresizlik hislerini yaşama ihtimalinin de o kadar azalacağını söylüyor.

Bu kitapta en dikkate değer ve ufuk açıcı bulduğum noktalardan biri, insanlığın kümülatif tarihi ile insanların bireysel tarihinin iç içe geçmiş ve bir bakıma özdeş olduğu fikriydi. Geçtan’a göre insanın yaşam öyküsü ile dünyanın tarihsel seyri özünde birbirinden ayrılabilecek şeyler değildi, tıpkı dünya tarihinin de bize tarih kitaplarında aktarıldığı şekliyle birbirinden bağımsız münferit olaylar dizisinden ibaret olmadığı ve hiçbir zaman tek başına bir hadisenin tarihsel seyrin yönünü değiştiremeyeceği gibi. Ona göre tarih; bir şeylerin yok oluşu ile aynı anda başka şeylerin var oluşunun tezatındaki uyumsuzluğun ahengi içinde akan bir nehir ve bünyesinde gerçekleşen her şey de bu bütünlüklü akışın bir parçası. Akışta zaman zaman sıçramalar, zaman zaman duraksamalar meydana gelse de nehir, canlılık belirtisi hiç sönmeden mütemadi bir şekilde aynı yatakta kıvrılmayı sürdürüyor.

Kısmen katıldığım bir sonraki aşamada Geçtan, akışın bir parçasını teşkil eden her bir sürecin en önemli özelliğinin öngörülemezlik ve kestirilemezlik olduğunu savunuyor. Burada yalnızca fiziki görüşün ötesine geçebilen bir kalp gözü mitine inandığımdan bu tezin çoğumuz için olmakla birlikte her birimiz için geçerli olamayabileceği notunu düşmekle yetineceğim. Diyebiliriz ki yarın bilinemez, fakat bazılarımızca hissedilebilir. Yine de bu, belirsizlik yumakları içinde yoğrulduğumuz ve hatta doğamız gereği ona tahammül edemediğimizden kurtulmak için canhıraş didinip durduğumuz gerçeğini ekarte etmiyor. Geçtan da birey olarak bizlerin üst sistemlerden farksız şekilde kestirilemezliğe olan tahammülsüzlüğümüzden kaçabilmek amacıyla hayatlarımızı belirli -çoğu zaman toplum dediğimiz merciin teamüllerinin belirlediği- formatlara sokup yarattığımız bu “güvenli” alanların konforunu tercih ettiğimizi söylüyor, üstelik kendimize yabancılaşmak pahasına. “Oysa insanın tek gerçeği o anda yaşadıkları ve bir an sonra yaşamak üzere olduklarıdır.”

Geçtan, 86 yıllık ömrü boyunca dinlediği öyküler ve edindiği tecrübelere dayanarak insanın tek gerçekliğinin yaşamakta olduğu an olduğu kanaatine varmış ve hayatta bundan öte bir anlam aramanın anlamsızlığına demir atmıştı. Ben henüz onun yaklaşık dörtte biri miktarında yaşamış olsam da kendimce edindiğim deneyimler ve mülahazalar içre bu süre zarfının sonunda bulunduğum yer, insanın varoluşunu herhangi bir anlam aramadan sürdürmesinin imkansızlığı ve anlamsızlığın insanı sürükleyebileceği uçurumların yok oluş anlamına gelebileceği, dolayısıyla anlam ile varlığın birbirine koşut olduğu oldu.

Oysa insanın tek gerçeği o anda yaşadıkları ve bir an sonra yaşamak üzere olduklarıdır.

Türkiye’de geleneksel değerlerin çözülmesi ile sonuçlanan, yönetenlerine kadar hiçbir sınıf ve katmanın kendini sıyıramadığı ciddi bir toplumsal dönüşümün aşikar varlığına işaret eden ve bu dönüşümün bizleri sürüklediği “kaosun kenarında yaşam”larımızın perde arkasına ışık tutan Engin Geçtan’ın Zamane’sinde, benim tüm bu dönüşümlerin hem parçası hem de gözlemcisi olarak en çok dikkatimi çeken hususlar üzerinde durmaya çalıştım. Niyazım okuyan herkes için istifadeli ve Zamane’yle yollarının kesişmesine vesile olmasıdır.


Rana Süeda Bora

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde son sınıf, İLEM’de II. kademe öğrencisidir. İnsana dair şeyler üzerine mülahazalar yürütmekten, mütemadiyen gezip görmek ve gördüklerini kadrajına almaktan, estetik olandan, başka başka açılara girerek gündelik olanı dahi romantize etmekten ziyadesiyle hoşlanır.

Leave a Comment