Güneydoğu Kadar Bir Çiçek: Antep, Mardin, Halfeti

Yazar: Elif Betül Aydoğan

Birbirinden güzel yemekleri ve tatlılarıyla midemizi, insanlarıyla gönlümüzü, zengin kültürel mirası ile zihinlerimizi doyurduğumuz bir gezinin yazısıdır bu.

Daha önce farklı zamanlarda farklı şehirlerini gezmiş olduğum Güneydoğu’nun haritasında eksik parçalar kalmıştı. Eksik parçaları tamamlamak için yola koyulduk. Bu beş günlük gezimizde üç önemli durağımız olacaktı: Gaziantep, Mardin ve son olarak Urfa’nın incisi Halfeti.

Eski Mardin, kalenin eteklerine kurulmuş labirent gibi bir yapı.

İç Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırını geçerek, ondan pek de farklı olmayan Güneydoğu manzarasını izlediğim uzun bir otobüs yolculuğu ardından Gaziantep’e varıyorum. Gaziantep’te sabaha Beyran çorbası içerek başlıyoruz. Kuzu etinin sarımsak ve acı ile buluştuğu, tabakların direkt ateşe konularak pişirilmesiyle yapılan bu yemeğe çorba denerek hafife alınmasına Antepli arkadaşım kızıyor. Kahvaltı için ağır bir yemek gibi gelse de bu yemeğin çok şifalı olduğunu, hasta olanların sabah bunu içerek iyileştiğini ve bir nevi serum görevi gördüğünü de ekliyor tıpçı arkadaşım.

Ağır ama şifalı bir kahvaltının ardından kahve ile hafiflemek istiyoruz ve Tahmis Kahvesi’ne geçiyoruz. 1638 yılında Mevlevi tekkesine gelir getirilmesi amacıyla yaptırılan ve 1901’de geçirdiği yangından sonra yeniden inşa edilen bu kahve, taş sütunlardan ve ahşap bir çatıdan oluşan mimari yapısı ile dikkatimizi çekerken Menengiç kahvesinin güzelliğiyle de ağzımızı tatlandırıyor.

Kahvemizi de içtikten sonra Bakırcılar Çarşısına doğru yürüyoruz. Bulunduğumuz yer yani Eski Antep genel olarak çarşıların, hanların ve tarihi yerlerin olduğu kısım. Yürürken yol üstünde pek çok hana veya tarihi mekana rastlamak mümkün. Küçük bir kilim müzesi ve birkaç hanı gezdikten sonra Bakırcılar Çarşı’sının cümbüşlü ortamına geçiyoruz. “Yıkanır bazı bakır dövücüler çarşılarda” diyen Özel bu dizeleri burada yazmış olabilir. Bakıra vurulan çekiç seslerinin şakırtıları ve halen devam eden el emeği işçiliğinin estetik güzelliği ile yolumuza devam ediyoruz. Zincirli Bedesten’de Antep çarşılarının ayrılmaz parçası olan kuruluk patlıcan, biberlerin ve yemenilerin arasından bize seslenen esnafın, fıstık ve fıstıklı muska ikramları eşliğinde muhabbet ediyoruz.

Gümrük Han’a geçerek dünyada sadece burada yapıldığı iddia edilen iki renkli kahveden içiyoruz. Dünyanın yemek başkenti olabilecek Antep’in Mutfak Müzesini gezdikten sonra Millî Mücadele Müzesine geçiyoruz. Kurtuluş Savaşı yıllarında kelimenin tam anlamıyla canını dişine takarak, kuşatma altında zehirli kayısı çekirdeklerinden ekmek yapmak zorunda kalarak mağaralarda mermi üreten halkın şanlı mücadelesinin izlerini görerek Antep Kalesine geçiyoruz. Gazi ismini sonuna kadar hak eden Antep’in mücadelesini 25 Aralık Panaroma Müzesi’nde rehber eşliğinde daha detaylı dinleme imkanı da buluyoruz. Güneşin yakıcılığını iliklerimize kadar hissettiğimiz Antep Kalesi’nden serinlemek için Kaleoğlu mağarasına geçiyoruz. Bir mağaranın içine yapılan bu kafenin serinliğinde, kulağımızda Antep havaları çalan çalgıcıların sesi eşliğinde çaylarımızı içerek kendimize geliyoruz.

Her ülkeden farklı zamanlara ait oyuncakların bulunduğu bu müzede, oyuncakların bile kültürel bir öge ve yaşanılan zamanı anlatan önemli unsurlardan biri olabileceğini düşünüyoruz.

Bu arada öğle yemeğini Antep’in meşhur restoranlarından İmam Çağdaş’ta Alinazik yiyerek geçirmişken akşam yemeğini de Nohut dürümle kapatıyoruz. Akşam 9’dan sonra neredeyse sokaklarda kimsenin kalmadığı Antep’te yemek mekanları gece 1’lere kadar dolu. Halkın en önemli aktivitesi kebap veya tatlı yemek diyebiliriz. Gece, boş masanın olmadığı meşhur yerlerden birisi de Cumba Künefe. Burada normal künefeden daha kaymaklı ve daha fıstıklı Antep künefesini yiyerek dolu bir günün ardından eve geçiyoruz.

İkinci günümüzün en önemli durağı meşhur Çingene Kızı mozaiğinin bulunduğu Zeugma Müzesi. Asırlar boyunca birbirinden farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış Mezopotamya’nın izlerini gördüğümüz müzede, mitoloji ve arkeolojinin güzel bir biçimde buluşmasına şahit oluyoruz.

Birbirinden güzel yemekleri ve tatlılarıyla midemizi, insanlarıyla gönlümüzü, zengin kültürel mirası ile zihinlerimizi doyurduğumuz bir gezinin yazısıdır bu.

Olimpos Dağındaki tanrıların mitsel anlatısını küçük taşlardan incelikle oluşturulan mozaiklerde izliyoruz. Roma döneminin sütun yapıları arasında yürürken heybetli savaş tanrısı Ares heykelini görüyoruz ve ardından hangi yöne giderseniz gidin gözleri size bakan ve halen kim olduğu tam olarak çözülememiş Çingene Kızı ile göz göze geliyoruz.

Kebapçı Halil Usta’da kebaplarımızı yedikten sonra Etnografya müzesine doğru yola koyuluyoruz, kapalı olduğu için giremesek de tarihi Antep evlerinin yer aldığı Bey Mahallesinin dar ve sarı sokaklarında yürüyerek Oyuncak Müzesi’ne giriyoruz. Her ülkeden farklı zamanlara ait oyuncakların bulunduğu bu müzede, oyuncakların bile kültürel bir öge ve yaşanılan zamanı anlatan önemli unsurlardan biri olabileceğini düşünüyoruz.

Baraj nedeniyle sular altında kalan Halfeti’deki batık şehirden geriye Fırat’ın ortasında bir minare kalmış. Bu şekilde sular altında kalan Hasankeyf’i, yitip giden şehirleri hatırlayıp üzülmemek elde değil.

Oyuncak Müzesi’nden eski bir Ermeni konağından kafeye çevrilen Papirüs Kafeye geçiyoruz. Ağaçların ve asmaların gökyüzünü kapladığı bu sakin ve hoş mekanı çok seviyor ve zahter çayını deniyoruz. Üst kattaki konağın yeşil duvarları, işlemeli camları ve oyma kapıları gözümüzü şenlendiriyor. Daha sonra, ilk günden beri sabırsızlıkla beklediğimiz Antep baklavasına, Çelebioğulları Baklava’da nihayet kavuşuyoruz. Şöbiyet, midye ve düz baklavadan deneyerek bu güzel tat ile mest oluyoruz.

Ertesi sabah Mardin yolculuğumuz, otobüsümüzün bir saat geç gelmesi ile talihsiz bir şekilde başlıyor. Mardin’e gelir gelmez yüzümüze çarpan çöl sıcağını hissederek tarihi bir konak olan otelimize yerleşiyoruz ve Eski Mardin sokaklarına kendimizi atıyoruz. Eski Mardin, kalenin eteklerine kurulmuş labirent gibi bir yapı. Bir tane dar cadde var ve bu cadde akşam trafiğinde kimsenin arabayla girmek istemediği bir yer. Yüksekte olan Eski Mardin’in neredeyse her yerinden Mardin’e özgü cami minaresi yapısının ardından uçsuz bucaksız Mezopotamya manzarasını görmek mümkün. Kapanmasına ucu ucuna yetişerek Mardin Kent Müzesini geziyoruz. Sokaklarında Google Maps’in çalışmadığı yollardan birkaç kiliseyi bularak açık olanlara giriyoruz.

Arap, Süryani ve Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bir şehir olan Mardin’de her sokakta bir Süryani Kilisesi ile karşılaşmak mümkün. Herkesin “öteki” olarak belirlediği kesime artan nefretine ve tüm dünyada yükselen ırkçılığa rağmen yavaş yavaş kaybettiğimiz birlikte yaşayabilme kültürünün izlerini burada görebilmek insana ümit veriyor.

Eski Mardin’den otostop çekerek Kasımiye Medresesine geçiyoruz. Heybetli ama sade yapısıyla gözümüzü alan bu medrese Artuklular döneminde yapılmaya başlanmış, 15. yüzyılın sonlarında ise yapımı tamamlanmış. Avlusunda bulunan su havuzundan dolayı sakinleştirici bir etkisi olan medresenin atmosferini, düğün çekimi yapan insanlar ve kalabalıktan dolayı tam hissedemesek de yapısına hayran oluyoruz. Medreseden sonra tekrar otostopla Eski Mardin’e ulaşmaya çalışıyoruz, labirent gibi sokaklarda kaybolarak nihayet manzaralı bir kafeye kendimizi atarak dinleniyoruz. Otelimizin terasında, kulağımızda yakındaki bir düğünden yükselen Kürtçe müzikler eşliğinde kaçak çaylarımızı yudumlayarak uçsuz bucaksız Mezopotamya manzarasını izliyoruz. Coğrafya kaderdir ama kaderin hoş cilveleri de olmuyor değil.

Küçük bir kilim müzesi ve birkaç hanı gezdikten sonra Bakırcılar Çarşı’sının cümbüşlü ortamına geçiyoruz. “Yıkanır bazı bakır dövücüler çarşılarda” diyen Özel bu dizeleri burada yazmış olabilir.

Ertesi gün, otostop çektiğimiz arabalardan biri vasıtasıyla bizi Midyat’a götürecek başka bir araba ayarlıyoruz. Öncelikle yol üzerinde Deyrülzafaran Manastırını geziyoruz. Rehber eşliğinde gezdiğimiz bu Süryani Kilisesinde azizlerin yaşayışına dair bilgi sahibi oluyoruz. Buranın meşhur çayı olan safran çayımızı da içtikten sonra yola koyuluyoruz ve Dara Antik Kentini geziyoruz. Büyük kayalıklara oyulmuş odalardan oluşan bu antik kentten sonra Arap şoförümüzün kan davası hikayeleri eşliğinde Nusaybin Beyaz Su’ya geliyoruz.

Çölün ortasında bir vaha gibi olan bu mesire alanında piknik yapmaya gelmiş kalabalık ailelerin kebap kokuları eşliğinde çayımızı içiyor ve Midyat’a doğru devam ediyoruz. Birçok dizinin çekildiği bir mekan olan Midyat’ta birkaç konak geziyoruz ve Antep otobüsümüze yetişmek için otogara doğru yola koyuluyoruz.

Ertesi gün Halfeti’ye doğru yola çıkıyoruz. Birkaç aktarma ile Antep’ten Halfeti’ye ulaşıyoruz ve burada tekne turu yapıyoruz. Baraj nedeniyle sular altında kalan Halfeti’deki batık şehirden geriye Fırat’ın ortasında bir minare kalmış. Bu şekilde sular altında kalan Hasankeyf’i, yitip giden şehirleri hatırlayıp üzülmemek elde değil. Faysal Soysal’ın Üç Yol filminde, Hasankeyf’te “bizim mezarlarımız sular altında mı kalacak şimdi” diye direnen babayı hatırlıyorum. Bir başka yol mümkün mü sorusu Urfa’nın kavurucu sıcağında aklımı kurcalıyor.

Arap, Süryani ve Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bir şehir olan Mardin’de her sokakta bir Süryani Kilisesi ile karşılaşmak mümkün.

Yine aktarmalarla Halfeti’den Antep’e dönüyoruz. Son gecemizi künefe dondurma yiyerek, Antep’in büyük, yeşil parklarında oturarak geçiriyoruz ve sabah, Ülkü Tamer’in “tepe aşılınca dünyanın en güzel resmi Antep görülürdü” diye bahsettiği bu güzel şehre veda ederek memleketlerimize dönüyoruz. Böylece haritadaki eksik parçalar tamamlanmış oluyor.

Elif Betül Aydoğan
1999 yılında Kırşehir’de doğdu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 5. Sınıf öğrencisidir. İLEM 2021 yılı mezunudur. Sinema, psikanaliz, edebiyat ilgi alanları arasındadır.

Leave a Comment