Türkiye’den Çıkış: Malta’dan Viyana’ya

Yazar: Serdar Asım NACAR

İnsan bilmediklerinden çekinir derlerdi. Bilmediği bir şehirden, tanımadığı kişilerden, anlayamadığı bir dilden… Yolculuk ise başlı başına bir meçhul. Bir yanda geride bıraktıkların diğer yanda ise beklentilerin. Uğruna bıraktıklarının verdiği sorumluluklar ile beklentilerine ulaşabilme fırsatı iç içe..

Bir eylül sabahı daha önce hiç gitmediğim, dilini bilmediğim bir ülkeye “Malta’ya” gitmeye niyetlenirken bu düşünceler zihnimi meşgul ediyordu. Üç aylık bir dil öğrenme süreci gibi görünse de daha gitmeden yeni dertler edinmiştim. Aslında Türkiye’den ayrıldığımı henüz İstanbul Havaalanının dış hatlar bölümünde memleketin izleri yavaş yavaş silinirken hissetmeye başlamıştım. İlk defa kendimi bir yerde yabancı hissedişim, havaalanı mescidinde ümmetin farklı coğrafyalarından gelip üzerlerine seccadeler örterek uyuklayan insanlar arasındayken olmuştu. Ömrümde daha önce tecrübe etmediğim bu duygularla bir yolculuğa çoktan başlamıştım bile.

Malta Havaalanına indiğimde gördüğüm farklı polis üniforması, ilk defa duyduğum Maltaca yerel dilini konuşan insanlar ve okuyamadığım tabelalar artık dışarda olduğumu pekiştiriyordu. Dil okulu vasıtasıyla ayarladığımız konaklama yerine varır varmaz valizi attığım gibi gezmeye koyuldum. Dil, otobüs kartı, internet olmadan merak ve heyecanın verdiği bir cesaretle ilk günden başkent Valletta’ya gitmiştim. (Gittim dediğime bakmayın Malta o kadar küçük bir ülke ki gün içinde otobüs seferindeyken bile şehir değiştirmiş oluyorsunuz.)

Jean de Valette (1494-1568)

Başkent Valletta, ismini Osmanlı’nın Malta seferi sonucunda galibiyet alan Malta Şövalye Ustası Jean de Vallette’den alıyor. Bu zafer Maltalıların tarihinde övündükleri en büyük iki zaferinden biri olarak görülüyor. Öyle ki şehir meydanında altında yazan kahramanlık öyküsüyle birlikte Jean De Vallette’in heykeli bulunuyor. Denizin hemen kenarına konuşlanmış şehri, boylu boyuna uzanan devasa beş kapısıyla beraber yüksek surlar koruyor. Bugün şehre bu tarihi kapıların birinden geçerek giriyorsunuz. Kapıdan içeri girdiğinizde tarihi yapılarla modern oluşumları bir arada görebilir, kafeler ve lokantaların eski klise ve katedrallerle boy gösterisi yaptığına şahit olabilirsiniz. Valletta’nın ülkenin genelinden nispeten daha yüksek bir konumda bulunması da hâkim bir noktadan bakabilme fırsatı sunuyor.

Jean de Valette: 1494 yılında Fransa’nın Quercy bölgesinde doğmuş ve 1568 yılında vefat etmiş, Şövalyeler Tarikatı’nın (Malta Şövalyeleri veya Hospitalier Şövalyeleri olarak da bilinir) önemli bir lideriydi. En çok Malta Kuşatması’ndaki (1565) rolüyle tanınır ve bu kuşatma sırasında gösterdiği liderlik ve cesaretle tarihe geçmiştir. Kuşatma sırasında gösterdiği dirayetli liderlik, Malta’nın Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirilmesini önledi ve bu zafer, Avrupa’da Osmanlı yayılmacılığının durdurulmasında kritik bir rol oynadı. Bu zaferin ardından Valette, Tarikat’ın yeni başkenti olan Valletta’nın kurulmasına öncülük etti.

İşte henüz ilk günden Valletta’nın bu hâkim noktalarından Malta’ya ülfet etmek dil okuluna giderek ve gezerek geçireceğim geri kalan günlerime yardımcı olmuştu.

Ekseriyeti Güney Amerikalı olmak üzere Dünya’nın farklı yerlerinden insanlar Malta’ya dil öğrenmek için geliyordu. Ülkenin az olan yerel nüfusu göz önüne alındığında -benim de onlardan biri olduğum- gezip tozan gençler genelde bir dil okuluna mensuptu. Oraya gelip yerleşen Türklerin ağzından “Ben ilk önce dil okuluna geldim” sözünü duyabilirsiniz. Biz de dil öğrenememiş milletler olarak Latin Amerikalılarla birlikte sınıflara doluşmuştuk. Bıraktıkları genel intibaları; eğlenmeyi çok seven biraz da hoyrat insanlar olmalarıydı. Merak edip ülkeleriyle ve Dünya ile ilgili sorular sorduğumda pek oralı olmuyorlar, kolonizasyondan da rahatsız görünmüyorlardı. Sınıftaki tek Türk olduğum için de farklı cevaplar (onlara göre) bende toplanıyordu. Unutamadığım bir diyaloğum ise Noel’de ne yaptığımı soran Meksikalı arkadaşıma hiçbir şey cevabını verdiğimde “Senin tanrın doğmadı mı?” demesiydi.

Zamanımın bir kısmı dil okulunda geçse de bu küçük ada ülkesini karış karış dolaşıyor bir yere giderken yürüyerek gitmeyi tercih ediyordum. Ülkede Akdeniz iklimi hâkim dolayısıyla da havası genellikle sıcaktı. Zeytin ağaçları, dikenli incir ve sıcak hava Osmaniye’de büyüdüğüm için yabancı gelmiyordu. Yürürken göze çarpan şeylerden birisi de şehrin mimari üslubuydu. Öyle ki evlerden kiliselere, otellerden restoranlara aynı mimari özellikler korunmuş, tüm ülkeyi kendi rengiyle sarıp sarı-kahverengi tonlarına boyamıştı. Bu mimari üslubun şifresi geleneksel evlerinde saklı diyebilirim. İlk bakışta biz Türklere “Eski Mardin’i” andırsa da müstakil veya apartman fark etmeksizin kullanılan balkon tarzı, evlerin en dikkat çeken yanı. O sarı-kahverengi tonlarındaki evlerin taş veya ahşaptan yapılan farklı renklerdeki kapalı balkonları telefon galerimde hiç silmeyi düşünmediğim fotoğraflar arasında.

Dünya’nın farklı yerlerinden dil okuluna gelenler, koy ve plajları dolduran turistler, Libya ve Tunus’a yakınlığı dolayısıyla Arap göçü ve Hindistan’dan gelen iş göçü Malta sokaklarını çok kültürlü bir hale sokmuştu. Esasında ülkenin coğrafi konumu da kendi kültürel halini yansıtıyordu. Arap ülkelerine olan bu yakınlık, Arap kültürünü Malta’ya taşımıştı. Libyalıların yoğun yaşadığı mahallelere girdiğimde ülkenin çehresi birden değişiyordu. Arap esnafları ve küçük mahalle mescitleri bir nevi onlar için buluşma mekânı olmuş ve kültürlerini muhafaza ettikleri yerler haline gelmişti.

Malta’nın bu konumu haliyle konuşulan yerel dile de sirayet etmişti. Maltacayı ilk duyanlar genellikle ya Arapçaya ya da İtalyancaya benzetir. Konuştuğum bazı Maltalı arkadaşlarım İtalyancaya yakın olduğunu iddia etse de Mdina, Rabat gibi şehir isimlerinden de anlaşılacağı üzere, Maltaca’nın Mağrip Arapçasından türemiş bir Latinleşmiş Sami dili nitelendirmesi Arapçadan geldiğini düşünen Libyalıları haklı çıkarıyordu.

Malta sokaklarındaki kültürel farklılık aynı caddede satış yapan Falafelciler, Türk Dönercileri, İtalyan pizza ve makarnacıları, Geleneksel Hint ve Tayland lokantalarıyla da görülüyordu. Avrupalılar genelde uzak doğu yemeklerine iltifat ederken Libyalı arkadaşım Ahmet’le kimin dönerinin daha güzel olduğunu tartışmaktan hiç sıkılmıyorduk. Dışardan iş göçü alması sebebiyle genelde otobüs şoförleri, garsonlar, işçiler Maltalı değildi. O yüzden Malta’nın pek çok noktasında Türklerle de karşılaşmıştım. Yabancılarla saatlerce yapamadığım muhabbeti gurbette Türklerle beş dakikada bulabiliyordum, bunun yalnızca dille ilgili olduğunu düşünmüyorum. Onca yabancının içinde daha konuşmadan bir şekilde tanıyorduk birbirimizi.

Genelde yürüyerek gezdiğim için artık sokakları öğrenmiş ve insanları gözlemleyebilmiştim. Tüm ülkeyi kendi rengine boyayan sarı renkli mimarisine gözlerim sıkılarak da olsa alışmıştı. Sahil kenarında denizi tam karşı cepheden gören banklardan tablo gibi manzarayı izlemek, sık yaptığım aktivilerden biri olmuştu. Sahil kenarları özellikle akşam üzeri çok kalabalık oluyordu. İnsanlar gruplar halinde spor, yoga ve Latin dansları yapıyordu. Latin dansları ve yoga gibi kendi kültüründen olmayan aktivitelere anlayamadığım bir şekilde yoğun ilgi vardı. Bu sahilde yapılan toplu aktiviteleri genellikle yöneten bir lider bulunuyordu. Dışardan herkes bir hasır alıp yogaya veya bir kişiyle beraber dans halkalarına katılabiliyordu. Gariptir ki ne bir Latin bu Latin danslarına katılıyordu ne de bir Hintli yogaya. İnsanlar görece yalnız yaşadığı için köpek sahipliği de çok yaygındı. Hava serinleyince köpeklerini gezdiren tanıdıklar sokakta karşılaşıyor, yürüyüşlerine beraber devam ediyorlardı. Sliema Sahili böylelikle her gün dolup taşıyor, gelen misafirlerine gün batımı manzarasıyla ikramda bulunuyordu.

Sahilin haricindeki merkezi caddelerde eskiden yaşamış bir devlet adamının, hukukçunun, bilim insanının heykelini; altında yazan biyografisiyle beraber birçok kez görmüştüm. Maltalılar için önemli şahsiyetleri heykelleştirmek, yaygın görülen bir kültürdü. Bu heykeller yalnızca sokaklarda değil üniversite, kilise ve hatta evlerin giriş kapılarında bile bulunuyordu. Evler için genelde taştan yapılan küçük İsa ve Meryem heykelleri tercih ediliyordu. Posta, ilerleyen teknolojiye rağmen yaygın olarak kullanılıyor neredeyse her evin kapısının yanında bir posta kutusu bulunuyordu. İnsanlar arasında hediyeleşmenin en yaygın hali de özel günlerde birbirlerine kartpostallar vermeleriydi. Kırtasiye ve el işi dükkanlarında kartpostallar her zaman çok satanlar bölümündeydi.

Malta’da geçireceğim süreç boyunca konaklama yapacağım yerde, dil okulu öğrencileri ve Malta Üniversitesi’ne Erasmus programıyla gelmiş öğrenciler bulunuyordu. Öğrencilerin yoğun olduğu bu mekanlarda Güney Amerikalı, Avrupalı, Arap, Türk, Hint ve Japonlar çoğunlukta olmak üzere daha çeşitli yerlerden de gelen insanlar, birlikte zaman geçiriyordu. Birlikte geçirilen zamanlar oradaki öğrencilere farklı kültürleri ve düşünme biçimlerini tanıma fırsatı sunuyordu. Benim de bu kültürel havzaların toplandığı yerden istifadem Libyalı, Brezilyalı ve İsviçreli arkadaşlarımla muhabbetlerim dolayısıyla oldu. Libyalı arkadaşım Ahmet beni çok sevdiği nargileciye götürüyor, onunla olayların yeni başladığı zaman Filistin’i konuşuyorduk. Konu ne zaman Kaddafi’ye gelse sinirleniyor, hop oturup hop kalkıyordu. Okuldan edindiğim İsviçreli arkadaşım Benvua ile beraber vakit geçiriyor, okula birlikte gidip Malta’yı birlikte geziyorduk. Bazen Brezilyalılarla bir olup onunla ve dışardan suni görünen ülkesiyle şaka yollu takılıyorduk. Brezilyalılar dünden hazırdı zaten eğlenmeye. Yine de beynelmilel tanışmalar, İstanbul’daki dostlarımın seslerini zihnimde taşımama engel olmuyordu.

Gençler arasında dini, kültürel mevzular neredeyse hiç konu edilmiyor, kiliseler birkaç yaşlı teyze haricinde bomboş oluyordu. Her cuma akşamı bu Erasmus ve dil okulu öğrencileri oturup içki içiyorlar, toplaşıp bir şeyler içip sohbet etmeyi parti yapmaktan sayıyorlardı. Ülkede tüketiminin yasal olmasının getirdiği rahatlıkla gençler arasında esrar çok yaygındı. Bazı sokaklar, gençlerin çok takıldığı yerler özellikle daha çok kokuyor, bu kokuya ilk başta mesafeli duranların bile burnu alışıyordu.

Bir akşam İtalyan ve İspanyol arkadaş grubun olduğu bir masada Filistin’deki olayların başlamasının da etkisiyle ülkelerin özelliklerinden sohbete koyulmuştuk. Bu sohbette İtalyan arkadaşım İtalya’nın Avrupa’dan farklı olarak seküler ritme kapılmayıp kendi kültürünü muhafaza ettiğini, Amerika’yı sevmeyip Hitler’e sempatisi olduğunu, İslam’ı anakronik bulduğunu, Türk ve İtalyanların İngilizce seviyesinin iyi olmadığı gibi fikirlerinden bahsetti. Biz Osmanlı ve Roma’dan konuşurken masadaki İspanyol duramayıp Dünya’nın birçok yerini kaplayan sömürge haritasıyla iftihar etmeye kalktığında ikimizde aynı ağızdan “O bir devlet haritası değil” demiştik.

Dil okulu, değişmeyen sıcak hava ve her yerde aynı sarı tonlu binalar bir süre sonra buradan farklı bir ülkeye gitme fikrini uyandırmıştı. Sürekli gelip giden Türk arkadaşlarımla da konuştuktan sonra gideceğim ilk durağı belirledim.

Viyana’ya Gidiyoruz Viyana’ya

Bir ay kadar Malta’da kalmış İngilizceyi çat pat konuşurken birden bir gezi planı yapıp bileti kestim. Daha gitmeden heyecanlıydım çünkü Viyana’nın ismini çok defa müspet yorumlarla duymuştum.

Bir akşam vakti sırt çantasıyla indim Viyana’ya. Malta’dan farklı olan nedir bilmiyorum ama indiğim andan itibaren çok özgür hissettim. Her sokağa girip herkesle konuşmak istiyordu canım. Havaalanından şehir merkezine giderken kırık İngilizceli Boşnak bir çift şehirde neler yapabileceğimi anlattı. Meşhur Melanj kahvesini ilk onların tavsiyesi üzerine duymuştum ve ayrılırken bir gün boyunca kullanabileceğim 8 Euro’luk otobüs bileti hediye ettiler. Boşnakların rehberliği ardından şehrin ortasında her yerden rahatlıkla görülebilen devasa bir katedral beni karşıladı. Aziz Stephan Katedrali, o kadar yüksekti ki gökdelen niyetine bile kullanılabilirdi. Simsiyah kararmış bir gökyüzü ve onunla yarışan gri, keskin demir gibi bir katedral. Kasvetten daha uygun bir kelime bulamıyorum niteleyecek. Hele ki bir de çan seslerini duyarsanız, o kocaman demirlerin birbirine çarpmasını, kasvetin sadece bir görünüm olmadığını anlayabilirsiniz.

Viyana’nın en çok etkilendiğim yanı sokaklarıydı. Sokakları ilk başta Beyoğlu sokaklarına benzetsem de yanılmışım. Beyoğlu sokakları buraya benziyordu. Barok mimarisi binalar, kamu binalarının tepelerinde heykeller, koca koca parklar, ışıklarda yan yana zincirlenmiş onlarca bisiklet… Öyle ki bazı yerleri her geçişimde fotoğraflamadan edemedim, hatta bazen öylece durup izlemekle yetindim. Bir de sürekli şehirde faytonlar dönüyor, onu süren fötr şapkalı sigara içen adamlarla.

Mozart ve Beethoven gibi sanatçıları çıkaran şehirde hala klasik müzik esintisi devam ediyordu. Şehrin en ihtişamlı binalarından biri de Opera binası. İnsanların klasik müziğe verdikleri ehemmiyeti rast geldiğim bir klasik müzik konser çıkışında da görmüştüm. Baştan aşağı giyinmiş, süslenmiş insanlar o tarihi opera binasından oluk oluk çıkıyorlardı. Mozart, Beethoven ve Freud şehrin simgelerinden biri haline gelmiş; sokaklarda heykelleri, müzelerde arkada eserleri çalınarak eşyaları sergileniyordu. Freud’un resimleri etkinlik broşürlerinde ve alakasız sanat dükkanlarında halden hale sokulmuş şekillerde gözüküyordu.

Opera Binası

“Şehir mi onları çıkardı yoksa onlar mı şehri bu hale getirdi? Mozart neden Türk Marşı yazdı?” sorularını ilk defa Viyana’dayken düşündüm.

Merkezden uzaklaşıp göçmenlerin yaşadığı mahallelere gittiğimde ise o etkileyici sokaklar yerini sıradanlığa bıraktı. Freud, Mozart, Beethoven nehir kenarına geldiğim zaman kaybolup gittiler.

Klasik müziğin yerini de kocaman bir ses bombasından çalan rap müzik doldurmuştu.

Viyana’nın İstanbul’a benzeyen bir tarafı da eski imparatorluk bakiyesi olması. Habsburg Hanedanı’nın kullandığı Barok mimarisiyle yapılan Schönbrunn Sarayı, Viyana tarihini anlatan önemli yapıların başında geliyor. Sarayın bahçesi bir yandan yemyeşil ağaçlar ve çiçeklerle ilkbahar havasını bir yandan da kahverengi yapraklarını dökmüş ağaçlarla sonbahar havasını veriyor. Sarayın karşı tepesinde, önünde havuzuyla saraya ve şehre panoramik bakış açısına sahip bir anıt bulunuyor. Bu anıta özenle kesilmiş ağaçların ve boy boy sıralanmış heykellerin önünden geçerek gidiyorsunuz. Sarayın içi hanedanın ihtişamlı odaları ve eşyalarıyla dolu. Sarayın Prensesi Sissi’nin ünü; kralları geçmiş, ziyaretçilerin dilinden düşmüyor.

Habsburg Hanedanı’nın kökenleri, 10. yüzyıla kadar uzanır. Hanedan, adını İsviçre’deki Habsburg Kalesi’nden alır. Hanedanın ilk önemli figürü, 1273 yılında Almanya Kralı seçilen I. Rudolf’dur. I. Rudolf, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun hükümdarı olarak hanedanın gücünü artırmış ve Habsburglar, bu dönemden itibaren Avrupa’nın en güçlü hanedanlarından biri haline gelmiştir.
Schönbrunn Sarayı

Bir akşam Melanj kahvesi içmek için tarihi bir kahvecide sıraya girmiştim. Hemen arkamda Viyana’ya gezmeye gelmiş Filipinli bir çift bana sorular sorunca muhabbete başladık, sonra da içerde birlikte oturmaya karar verdik. Adam gencecik duruyor ama benim yaşımda oğlu varmış. Amerika milliyetçisiymiş, fıkra gibi. Cumhuriyetçi olup Trump’ı desteklediğini, ülkesinden gelme Katolik olduğunu, Elon Musk’ı çok sevdiğini Bill Gates’in ise kötü niyetli biri olduğunu söyledi. Filistin olayları yeni başladığı zamanlarda bu fıkra gibi olan adama Amerika’yı sevmediğimi söylediğim zaman çok komik bir el hareketi ve mimik yaptı. Nasıl izah edebilirdim ki ona, her şey ayan beyan ortada işte.

Çok fazla Yahudi de var Viyana’da. Geçmişte Viyana Yahudileri, şehrin entelektüel birikimine pek çok alanda katkıda bulunmuşlar. Judenplatz Holocaust Anıtı, Avusturya’daki tarihlerini anlatan Yahudi müzesi ve sinagoglar Yahudilerin şehrin üstündeki etkisini gösteriyordu. Türk’le karşılaşmayacağımız bir ülke var mı bilmiyorum. Öyle ki, dönerci “Burada Türk’üz diye, Türkiye’de Avusturyalıyız diye yabancıyız” demişti. Bir yerin yerlisi kimdir? Dünyada yerli insan kaldı mı? Sorularını düşünürken “Oğlum kendini bir yere ait hissetmek zorunda değilsin. Biz zaten bu dünyaya ait değiliz” diyen annemin sesi, Viyana’da olsam bile kulaklarıma geliyordu.

Üç günlük Viyana gezimi, şehri bir de yukardan izleyerek bitirmek istedim. Ara sokaklarında aylak aylak gezinirken gözüme çarpan dönme dolaba bir çocuk gibi koşa koşa gittim. Belki de bir daha hiç uğramayacağım bu sokakları, bir de yukardan seyrettim. Gördüklerimi, hissettiklerimi dostlarıma anlatmak geliyordu içimden. Yarın bir gün bu şehri unutacağımı, gündelik telaşlar içinde aklımdan çıkıp gideceğini biliyordum. Unutulanları hatırlatmaya, anıları tazelemeye yardımcı olacak şey ise merakından gözleri parlayan dostlarımdı. Şimdi geçmiş günleri yad ederken “Ermiş” beni yalnız bırakmıyor, gözleri parlayan dostlara tercümanlığımı yapıyor.

Çokça kalabalıktır bu sokaklara saçtığım ruhumun parçaları, şu tepelerde özlemimin çırılçıplak yürüyen çocukları; mesuliyet hissetmeden ve içim acımadan ayrılamam onlardan.


Serdar Asım NACAR

2002 yılında Osmaniye’de doğdu. 2020-2021 yılında Doğuş Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimine başladı. İLEM kademe eğitiminden mezun oldu.

Leave a Comment