Biyolojik İdeoloji: DNA
Yazar: Şevval Güneş
“Her politik felsefe bir insan doğası teorisiyle başlamak zorundadır.”
Richard Charles “Dick” Lewontin, Harvard Üniversitesinde biyoloji lisans eğitimini tamamladı yine aynı Üniversitede matematiksel istatik alanında lisansüstü eğitimini tamamlayan Lewontin, Colombia Üniversitesinde zooloji alanında doktorasını aldı. Birçok Üniversitede eğitim veren Lewontin, önde gelen bir genetikçi olarak tanınıyor. Ayrıca popülasyon ve deneysel genetik alanlarında da çalışmaları mevcut.
Değerlendirmesini yapacağımız İdeoloji Olarak Biyoloji: DNA doktrini kitabı ise Massey Konferanslarını’nın ideas adlı programından 1990 yılında sunulan İdeoloji Olarak Biyoloji: DNA doktrini konuşmasının metnidir. Yazar 2021 yılında vefat etmiştir. Kitabın yazılış amacını yazar, bilimin nesnelliğinin ve biyologların söylemlerinin doğruluğunu tartışmak olarak belirtir. Günümüz bilimi ile karşılaştırıldığında kitabın yazıldığı dönemle aynı sorunları görmek mümkün. “Bulunduğumuz dönemde bilimi ne kadar sorguluyoruz?” sorusunu akıllara getiren İdeoloji Olarak Biyoloji: DNA doktrini kitabı, biz bireyleri biyolojiyi bir ideoloji aracı olarak kullanılmasını sorgulatır.
Toplum – Gen ilişkisi nedir? Bizler birey olarak mı toplumun içindeyiz yoksa genlerimiz mi toplumun içinde olan?
Lewontin İdeoloji Olarak Biyoloji kitabını bu sorular çerçevesinde ele alıyor. Yazar, bulunduğu dönem içerisinde bilimin sadece biyolojiden ibaret olmadığını, aile yapısı, kültürel ve sosyal durum, ekonomi ve siyaset gibi diğer toplumsal kurumlarla ilişkili olduğunu belirtir. Bilimin bu toplumsal kurumlar tarafından ideoloji olarak kullanılarak “bilim” adı altında toplum içinde eşitsizlik yarattığını savunan yazar, biz okurlara bilimin aslında bir toplumsal etkinlik olduğunu ve gücü elinde tutanın bilimi nasıl yönlendirdiğini söyler. İdeoloji olarak kullanılan bilimin toplum üzerindeki dolayısıyla birey üzerindeki etkisinden detaylıca söz eden yazar, genlerin de bireyler üzerinde olan etkisinden bahseder.
“Genler bireyleri bireyler de toplumu oluşturur.”
Bu sözleriyle toplumun genlerden oluştuğunu savunan Lewontin, her konudan genleri sorumlu tutarak bir kaçış alanı yaratır. Doğru eşi bulmamızdan, rekabette galip gelmeye kadar her konuyu gen ile ilişkilendirir. Peki bizler başardığımız veya başaramadığımız her konu da genlerimizi mi suçlamalıyız? Böyle bir suçlama ne kadar doğru olur? Eğer genlerimiz bizim başarımızı veya karakterimizi belirliyorsa DNA’nın tüm yapısı açığa çıkarıldığında bizler mükemmel bireyler yaratıp, istediğimiz toplumu elde edebiliriz. Bir eşitsizlik olgusu yaratan bu düşünce, zengin ve fakir toplumların hangi gen farklılığı ile oluştuğunu belirler.
Yazar, genlerin belirlediğini düşündüğü diğer bir konu olan zeka unsuru hakkında birtakım deneyler sunmuştur. Bu deneylerden biri olan evlat edinilen çocukların kendi genetik ailelerine ve evlat edinen aileye IQ testi yapılarak karşılaştırılmıştır. Elde edilen sonuçlara göre zekanın bir genetik sonucu mu yoksa imkan varlığının bir sonucu mu olduğu test edilir. Evlatlık olan çocuklar üstünde yapılan araştırmaları desteklemeyen yazar, IQ testinin eğitim kurumlarında toplumsal önyargı oluşturduğunu savunur. Sonuç olarak genetiğimizin IQ’yu etkileyip etkilemediğini söyleyemez, bunun nedeni olarak genlerin değişmez olmadığını söyler.
Zekamızın gene bağlılığı hakkında yazar, zekanın genlerden geldiğini savunur; fakat imkan ve olanaklar söz konusu olduğunda zekanın aslında gelişebileceğini söyler. Burada boş kova örneğini vererek aslında her bireyin dünyaya boş kova ile geldiğini yani bu kovayı doldurmanın bizlerin çabasına ve çevremizde bulunuş olanaklarına bağlı olduğunu söyler. Fırsat eşitliğinden de söz eden yazar, bireylerin eşit fırsatlara sahip olduğu takdirde zeka seviyelerinde bir farklılık gözlenip gözlenemeyeceğine de değinmiştir. Bu olguya bakarak yazarın kendi ile çeliştiğini görmek mümkündür.
Eğer biz bireylerin IQ seviyesinin genlerden gelmediğini varsayıp, bireyin kendini geliştirmesindeki ve bir yerlere gelebilmesindeki etkenin fırsat eşitliği olduğunu söylersek yani yazarın da dediği gibi bitiş çizgisine gidebilmek için herkesin aynı yerden başladığını varsayarsak Afrika gibi gelişmemiş, imkan bakımından zayıf ve beslenme yetersizliği olan bir ülkede doğan bir birey ile daha iyi şartlarda eğitim görmüş ve yeterli besini elde etmiş bir birey arasında nasıl fırsat eşitliğinden söz edilebilir? Oysa bizlere her bireyin eşit olduğunu ve her bireyin eşit olarak hayata başladığı söylenir. Sonuç olarak eğer IQ seviyesinin genlere veya çevreye bağlı olduğunu anlamak istiyorsak bunun için önce gerçekten eşit şartlar gerekir. Şu an bulunan durumla zekanın gene veya çevreye bağlılığı konusunda bir şey söylemek mümkün değildir.
Yazarın ilk kısımda ele aldığı konular 19. yüzyılda toplumun genlerden oluşturduğu iddiasına dayanır. İnsan genom projesi de bu olguyla bağdaştırılır. Çünkü İnsan Genom Projesinde (Human Genom Project) hatalı olan genlerimizin bulunacağı düşünülür. Bizlerin gen dizilimlerine bakarak sağlıklı ve sağlıksız genlerimizin ortaya çıkarılacağı savunulur. Hatalı geni tespit etmek için hatasız olduğuna inandığımız bir geni ele alıp karşılaştırmamız gerekir. Peki hatasız olarak nitelendirdiğimiz gene sahip birey kimdir?
Madem her şey genlerin bir sonucu o zaman hatasız bir gen bulmak mümkün mü?
Biyologlar bir birey üzerinden gitmek yerine gruplara ayırarak, en iyisini bulmayı hedefler. Fakat böyle bir çalışmanın gen kataloğuna yeni bir hata eklemek olduğu düşünülür. Genom projesinin amacına ulaşamayacağı bellidir. Oldukça masraflı ve yıllar süren bu proje, topluma hastalıklara bir çözüm yolu olarak lanse edilir. Oysa bu projenin bilim adı altında bir ideoloji olarak kullanıldığı görülür.
Kitabın son bölümünde gen ve çevre ilişkisinden de bahseden yazar, çevrenin değişimini genlerin değişimine bağlar. Bu bağlamda çevre ve genin ayrılamaz bir bütün olduğunu ve ayrı olarak değerlendirilemeyeceğini savunur.
Bireyler genlerden oluşur, ama toplumu oluşturan genlerimiz değildir. Biz bireyler farklı genlere sahip olduğumuz gibi farklı yargılara da sahibiz. Yani bizler robot değiliz; dolayısıyla belirlenen mükemmel genlere göre bir toplum oluşturamayız. Statümüz, karakterimiz ve tercihlerimiz bir birikim sonucu oluşan olgulardır. Bu olguları genlere bağlamak makul değildir. Lewontin de bu bağlamda 19. yüzyılda biyolojinin nasıl görüldüğünü ve salt olarak ortaya çıkmadığını savunarak, birey-toplum ilişkilerini gen ilişkisi altında incelemeye tabi tutar. İdeoloji olarak biyoloji: DNA doktrini kitabını yazarak o dönemin biyoloji kavramındaki ideolojik tehlikelere işaret eder. Sade ve anlaşılır bir dile sahip olan bu kitap, günümüzde daha da artan bir tehlikenin erken habercisi konumundadır.
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Biyomühendislik bölümü 4. sınıf öğrencisidir. İLEM Kademe Eğitim Programında III. Kademe ’ye devam etmektedir.