Saraybosna’da Sabah Rüyası-II

Yazar: Burak Çetik

Josip Broz Tito (1892-1980)

Aliya İzetbegoviç‘in kabrine gelmeden evvel ilk yazıda bahsettiğim üzücü hadiseye değineyim. Çarşıda gezerken bir yandan hediyelik eşyalar satan dükkanlarda ürünlere göz atıyorduk. Neredeyse tüm dükkanlarda Josip Broz Tito’nun fotoğraflarının olduğu hediyelik ürünlere rastladık. Balkan coğrafyasında Tito’nun sevenlerinin olduğunu biliyorduk fakat bu denli olacağını tahmin etmiyorduk.

Hediyelikçilerden birisine “Tito’yu anladık da neden hiç Aliya yok?“ sorusunu sordum. Bosna’nın üç şehrini detaylı gezmemize rağmen Divan Kahve haricinde Aliya’ya rastlamadık desem abartmış olmam. Bu soru üzerine dükkanın sahibi, Aliya’nın pek sevilmediğini söyledi. Cevabı duyunca içimden la havle çekip dükkandan çıktım. Biz Türkiye’den Aliya’nın mezarını ziyaret etmek için gelmiştik. Fakat çarşıda kendisinin sevilmediğini söyleyen birisiyle karşılaşıyorduk. Suçu; Bosna’ya bağımsızlığını kazandırarak Müslümanların rahatça yaşamalarını sağlamak mıydı? Dediğinin aksine Aliya her yerde çok seviliyor. Birkaç istisna Boşnak kardeşlerimizin Aliya sevgisine engel değil.

Aliya İzetbegovic Kabri

Sırtımızı Başçarşı sebiline dayayarak Aliya’nın kabrine çıktık. Aliya’nın kabrine giderken uzun süredir görmediğim ve özlediğim bir dostumun ziyaretine gidiyormuş gibi hissediyordum kendimi. Hiç tanışmadık, birbirimizi görmedik ama onun da beni özlediğinden emindim. Zira Kalu Bela’da birbirimizi görmüş ve Müslüman olduğumuzu tekrarlamıştık. Müslümanlar kardeştir düsturunu tekrar hatırladım.

Suçu; Bosna’ya bağımsızlığını kazandırarak Müslümanların rahatça yaşamalarını sağlamak mıydı?

Biraz yokuştan sonra Kovaçi Şehitliği’ndeydik. Bu tepeden adeta şehrin nöbetini tutuyordu şehitler. Mezarlığın içerisinde Aliya’nın mezarını bulmak zor olmadı. Zira her yerden belli oluyordu. Yanlış anlaşılmasın, her yerden belli olması, çok ihtişamlı bir mezara sahip olmasından kaynaklı değildi. Onun mezarı da herkesinki gibi beyaz bir mermerden ibaretti ve taşında Allah’ın kulu yazıyordu. Tek fark üzerini örten yapıydı.

Öyle bir hocaydı ki Aliya, vefatından sonra dahi bizlere bir şeyler söylüyordu. Ülkenin kurucusu olması, halkına bağımsızlığı kazandırması, bilge bir lider olması… Her şeyi bir kenara bırakıp Allah’ın kulu olarak anılıyor ve sade bir mezara sahip. Yaşantısıyla ölümü doğru orantılı olan bir mümine de ancak bu yakışırdı. Örnek alabilmek duasıyla mezarı uzun uzun seyrettim, Fatiha ve Yasin okudum.

Kovaçi Şehitliği

Kovaçi Şehitliği’nde birçok hikaye vardı. Fakat bir tanesi vardı ki hepsinden farklıydı. Mezarın mermer taşı diğerlerine nazaran farklıydı ve üzerinde bir erkek fotoğrafı vardı. Aslen Sırp olan Mıljan Markovic’in mezarıydı bu. Bosna’ya üniversite okumaya gelen Markovic, savaş başladığında Boşnak arkadaşlarıyla direniş saflarına katılmış ve savaşta vefat etmişti. Halkının Boşnaklara yaptığı zulümden dolayı rahatsızdı.

Kendisi Bosna saflarında savaşırken, gönüllü bir asker olan babası Sırbistan tarafında savaşıyordu. Kader baba ile oğlu karşı karşıya getirmişti. Karşı karşıya gelmeleri yetmiyormuş gibi Markovic’in ölümü babasının elinden olacaktı. Nasıl bir gözü dönmüşlük olduğunu varın siz hesap edin. Markovic vefat ettiğinde Boşnaklar ona vefa borcu olarak kendi şehitliklerine defnetti.

Ayvaz Dede Şenlikleri

Mezarlıktan ayrıldıktan sonra Saraybosna’daki tekkelerin peşine düşmeye karar verdim. Bosna’da İslam’ın yaygınlaşmasında dervişlerin önemli bir etkisi vardı. Ayvaz Dede, Hamza Orlovic gibi dervişler İslam’ın gönüle hitap eden tarafına hizmet eden kahramanlardı. Bu etkinin devamlılığı ise tasavvuf ve tekke kültürüyle sağlanıyordu. Öyle ki Bosna’da hala Haziran aylarında Ayvaz Dede Şenlikleri adı altında organizasyonlar düzenleniyor. Dervişlerin bu etkisi farklı üsluplarla yaşatılmaya devam ediyor.

Mevlevî, Nakşî, Kadirî geleneğe sahip birçok tekke mevcut Bosna’da. Mevlevîlerin Tekkesi’ne ne yazık ki gidemedim. Fakat size Bosna’da önemli hizmetlerde bulunmuş bir Mesnevihan’dan kısaca bahsedebilirim.

Halid Hacımulid (1915-2011)

Saraybosnalı Mesnevihan Hacı Hafız Halid Hacımuliç 1915 yılında dünyaya geldi. Ailesinden birçok kişi gibi o da hafız olsa da onun farkı sadece Kur’an hafızı değil aynı zamanda Mesnevi hafızı olmasıydı. Osmanlı’nın Balkan coğrafyasında etkisinin azaldığı ve Mevlevîliğin Saraybosna’da zayıfladığı bir dönemde Mesnevî’yi ezberleyerek insanlara anlatmak, önemli bir geleneğin temsilcisi olmak demekti. Hacımuliç sadece bunlarla kalmayıp Saraybosna’da birçok mescidin Yugoslavya tarafından yıktırılmasına engel oldu. Dediğim gibi Mevlevîhane’yi göremedim fakat Potok Nakşî Tekkesi ve Hacı Sinanova Kadirî Tekkesi’ni görme fırsatım oldu.

Nakşîlerin tekkesi kapalı olduğu için dışarıdan bakmakla iktifa ettim sadece. Dışı ahşap olan tekkede huve yazısını gördüm. Bosna üzerine önemli çalışmaları olan Mikail Türker Bal Hoca bir yazısında, bu tekkede düzenli bir şekilde tören yapıldığını yazıyor. Fakat bize içini ve törenleri görmek nasip olmadı. Ya nasip diyerek Hacı Sinanova Tekkesi’ne doğru yola koyuldum.

Hacı Sinanova Tekkesi

Saraybosna’ya geldiğimiz ilk günlerde bu tekkeye gitmiştim aslında. Ne yazık ki gittiğimde kapalıydı. Etrafını ve yanında bulunan hazireyi ziyaret edip ayrılmıştım. Dönüşümüzden önceki gün olan Perşembe akşamı tekrar tekkeye gittim. İstanbul’daki Cerrahî Tekkesi’nde zikrin perşembe günü yapılmasından cesaret almıştım biraz.

Tekkenin açık olduğunu görünce çok mutlu oldum ve hemen içeri girdim. Yaşadıklarımı anlatmadan evvel tekkenin tarihine ve nerede olduğuna değineyim. Başçarşı sebilini arkanıza alarak dümdüz çıkarsanız Saraç Ali Camii ve haziresiyle karşılaşırsınız. Hazirenin yanındaki yapı Hacı Sinanova Tekkesi’dir. Rivayete göre IV. Murad’ın vezirlerinden Silahtar Mustafa Paşa’nın babası, Saraybosna’nın tüccarlarından Hacı Sinan’ın isteği üzerine inşa edilmiştir.

Cerrahi Tekkesi – İstanbul

İçeri girdiğimde kapının solunda o güzel hat yazılarını gördüm. Bu yazıların fotoğrafını görünce de çok sevmiştim fakat görünce daha bir sevdim. İlk yazıda da bahsetmiştim, mekan ile ünsiyet kurmak fotoğrafa bakmaya benzemiyor. Akşam ezanı okununca içeri girdim. Dervişler benim içeriyi inceleyen bakışlarımdan ilk defa geldiğimi anlayacak olacak, yanıma yanaşarak selam verdiler Türkiye’den geldiğimi öğrenince yüzlerde tebessüm oluştu.

Namazın ardından zikre başlandı. Halkaya oturarak ben de katıldım. İstanbul’da çeşitli tekkelere gittiğim için az çok usulü biliyordum. Boşnakça ve Türkçe ilahiler okundu. İstanbul’a kilometrelerce uzaklıkta “Yunus’un sözü/Kül olmuş özü/Kağ ağlar gözü/ Aşkın elinden.” sözlerini duyunca ister istemez duygulanıyor ve etkileniyor insan. Hele Boşnak kardeşlerimizin tatlı Türkçesiyle duyunca bambaşka bir zevk oluyor.

Zikrin ardından Tekkenin Şeyhi Sead Halilegic Efendi ile tanışma fırsatımız oldu. Şeyh efendinin yanında Türkçe bilen bir derviş vardı. Tercümanlık yaparak şeyh efendiyle anlaşmamızı sağladı. Zikre uyum sağlamamız dikkatlerini çekmiş. “Daha önce katıldınız mı?“ diye sorunca İstanbul’da katıldığımızı ifade ettik. “Hangi tekkede katıldınız?“ diye sorunca İstanbul’daki Cerrahî Tekkesi’nden ve Muzaffer Ozak Efendi’den bahsettik.

Muzaffer Ozak (1916-1985)

Şeyh efendi Türkçe bilmemesine rağmen Muzaffer Efendi’yi duyunca Karagümrük demeye başladı. Türkçe bilen derviş de Karagümrük’ü biliyordu. Şaşırmıştım. Muzaffer Efendi’yi bilmesine şaşırmadım. Zira kendisi dünyaca tanınan bir isimdi. Fakat İstanbul’un bir ilçesi olan Fatih’in bir semti Karagümrük’ü bilmesi beni oldukça şaşırtmıştı. Türkiye’de kaç kişi Karagümrük’ü biliyordu acaba diye düşünmeden edemedim.

İstanbul’un büyüklüğü ve İslam Alemi’ni kuşatıcılığı karşısında bir kez daha hayran kaldım. İstanbul’dan geldiğimizi duyan herkes zaten “mübarek belde“ diyip hürmet gösteriyordu. Şeyh efendi ve dervişle vedalaştıktan sonra tekkeden ayrıldık. Fakat şahit olduklarımızın etkisi uzun süre bizi bırakmadı. Saraybosna’nın hitamı muhteşem oldu bizim için.

Saraybosna’ya hayallerimi süsleyen o güzel şehre son kez bakabilmek için araçla tepeye çıktık. İzlemesi de yaşaması kadar keyifli bu aziz İslam şehrinin. Ecdada dua ettik bu güzel miras için ve yola koyulduk yeni maceralara adım atmak üzere. Aliya İzetbegoviç’e, İzet Nanic’e, İsmet Spahiç’e, Mehmed Hancic’e, Tayyip Okiç’e ve nice mübarek zata veda ederek.

Vidimo se Sarajevo…

Burak Çetik

2000 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Birçok sivil toplum kuruluşunda gönüllü olarak çalıştı ve çalışmaya devam ediyor. Bir medya şirketinde Dijital Medya üzerine çalıştı. Hali hazırda gönüllü faaliyetlerine ve yazmaya devam ediyor.

Leave a Comment