Gölge Oyunu
Yazar: Oğuzhan Oğuzbey
İnsanların yaşam serüveni boyunca en temel kaygısı içinde bulunduğu dünyayı anlamlandırmaktır. Farkında olarak veya olmadan yaptığımız anlamlandırma eylemini bilinç-bilinçaltı ve bilinçsiz olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bilinçli yapılan anlamlandırma eylemi esasında “okuma” eylemidir. Okuma, yalnızca metinsel yapıtlara indirgenemez. Gördüğümüz bir an, izlediğimiz film ve tiyatro, dinlediğimiz müzik okumanın birer çıktılarıdır. Bütün bu ürünleri “texture” kavramı üzerinden değerlendirebiliriz. Texture, bir sesin sözcüklerle örüldüğü yapı anlamına gelmektedir. Kavramın temelinde örmek vardır. Sanatların sözlü iletişimle birlikte yayıldığını ve form kazandığını düşünecek olursak örme işi sanat ürünü ortaya koymak açısından makul bir anlam taşır. Sanatçılar, nesneyi (ya da öyle mi?) örerek bir form ortaya çıkarır. Bu da eserin yaratım problemini doğurur.
Bu konu üzerinde en eski düşünce Platon’a ait. Platon’un mağara alegorisi, sanatçının hakikati (gerçek kelimesinden farklı olarak) bozarak figürler ortaya çıkardığını ve bunu gerçek kabul ettiğini söyler. Nitekim sanatçının üretim esnasındaki sınırlandırılmayan alanı onun narsisizmiyle de doğrudan alakalıdır. Michelangelo’nun “Musa’nın Hükmü” Heykeli’ni bitirdikten sonra, “Ey Musa, konuşsana, neden konuşmuyorsun!” demesi muhtemelen Platon’un mağara alegorisindeki fikrini desteklemektedir. Yani sanatçı, eser üretimini Tanrısal bir yaratıcılık güdüsüyle fiile döker. Michelangelo’nun Musa Heykeli’ne karşı böyle cümle kurması artık ona ‘hayat’ vermek istemesiyle ilgilidir.
Ortaya konan görüntünün sürekliliğinin istenmesi plastik sanatları ortaya çıkarmıştır. Esasında sanat ürünlerinin tamamı böyle bir istekle tezahür eder. Ürünler birbirinden araçsal olarak farklılaşsalar da okuma ve anlatı noktasında birleşirler. Anlatının bilinen en temel formu hikaye ve şiirdir. Ancak modern zamana gelip sözün kulaktan düşüp göze varması anlatıları çeşitlendirmiştir. Metne dayanan anlatıların matbaanın yaygınlaşmasıyla birlikte anlatısının da kaybedildiği görülmektedir. Tam bu noktada fotoğrafçılığın ve sinemanın ortaya çıkışı anlatıya farklı bir boyut katmıştır. Esasında fotoğraf ve sinema, modernizmin yükselişiyle doğrudan alakalıdır. Modernizmin, nesneyi ve insanı figür formuna indirgemesi sonucunda sinema ve fotoğraf sanatı ortaya çıkmıştır denilebilir.
Roman türü hakkında çalışmalar yapan György Lukács, türü çözümlerken çok önemli bir noktaya vurgu yapıyor: “Roman, Allah’ı olmayan bir dünyanın destanıdır, kişilerin ruh hali şeytanları hatırlatmaktadır.”
György Lukács: Macar filozof, edebiyat kuramcısı ve Marksist düşünürdür. 20. yüzyılın en etkili Marksist düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Lukács ayrıca edebiyat eleştirisi alanında da önemli katkılarda bulunmuştur. Sanatın ve edebiyatın toplumsal bir bağlamda ele alınması gerektiğini savunur ve realist edebiyatı, toplumsal yapıyı en iyi yansıtan sanat formu olarak değerlendirir.
Bu örneği vermemin asıl önemli sebebi roman ve sinemanın bir noktada alımlama olarak tarihsel süreçte birbirine benzemesidir. Özellikle XIX. yüzyılda roman türü geniş çapta bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Bu okuyucu kitlesinin XX. yüzyılda giderek eridiğini, yazarların da bu durumdan şikayetçi olduğu biliniyor. Romanın okuyucu kitlesinin erimesindeki temel etken sinemanın dünya genelinde yaygınlaşmasıdır. İnsanlar kafalarında kurguya döktükleri ve zihinlerinde ‘oynattıkları’ estetiği bir anda ekran karşısında canlı gördüler. Böylelikle romanın okuyucu kitlesi sinemaya kaydı. Burada önemli olan şey “yaratıcı”nın suni “hayat” vermesiydi. O yüzden roman ve sinema Allah’ı olmayan bir dünyanın vaadini veriyordu insanlara. Bu da estetik üretimin bir bakıma temel çatışma problemini gözler önüne seriyordu. Bu zaviyeden bakıldığında, sinemaya hikaye anlatıcılığının modern zamanlardaki en ileri yöntemi olarak görülebilir. Çünkü estetik metinlerin temelinde yürütücü, hayat veren bir anlayış söz konusu.
Nitekim Türkiye’de sinema ve televizyonun yaygınlaşması, “hayat” verici vasfı ekrana kaydırdı. Gazete ve dergilere (zira bunların hepsi bir hikayedir) olan rağbetin giderek düştüğü gözlemlenir. Anlatının dolayısıyla edebiyatın ve sinemanın birbirinden etkilendiğini düşünecek olursak roman ve hikayelerde de halkın bu tavrı gözlemlenebilir ki Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm adlı romanında Halil, İstiklal Caddesi’nde kendini Kill Bill zannederek caddeyi mesken tutar. Örnekler giderek çoğaltılabilir. Dolayısıyla “görüntüler” de.
2000 yıllarından sonra post-modernizmin etkisinin artmasıyla birlikte dünya genelinde anlatı kriziyle karşı karşıya kaldık. Bu kriz yeni durumları ortaya koydu. Anlatının değişmesi insanın suretten sirete, succossiondan figüratif şeylere, yönelmesiyle birlikte yeni sinema bağlamında, Tiktok ve reels gibi türler tekrardan gündeme getirilip tartışılmalıdır. Çünkü bütün bu ilişkiler bağlamında “sinema” dediğimiz olgunun aslında büyük bir gücü elinde barındırdığı anlaşılmalıdır. Bu güç “göz”dür.
Devamı bir sonraki yazıda..
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümünde okumaktadır. İLEM II. Kademe öğrencisidir. Hikaye ve edebiyat yazıları, Olağan Hikaye ve Sütun dergisinde yayınlanmıştır.