İslamcı Toplumsal Hareket ve Arafta Bir Sendika: Hak-İş

İlem Toplum Çalışma Grubu “İslamcı Toplumsal Hareketler ve Arafta Bir Sendika: Hak-İş” konulu yüksek lisans tezini sunmak üzere Kemal Temel’i ağırladı.

Temel, Sendikacılığın Türkiye’de daha çok sol grupların ilgi gösterdiği bir alan olarak görüldüğünü, 1976 yılında kurulan Hak-İş sendikasının İslami bir sendika olarak ortaya çıkmasının birçok kişinin kafasında çeşitli sorular uyandırdığını belirtti. “Bir sendika İslam çatısı altında kurulur mu ya da İslam’ın işçilere söyleyebileceği bir söz olabilir mi?”. Temel, Hak-İş sendikasının nasıl bir sürecin tezahürü olduğu konusunun kilit nokta olduğunu, 1970’lerde İslamcı bir toplumsal hareketin yükselişiyle birlikte bunun bir sınıfsal bir yapıya büründüğünü ve Hak-İş’in de bu sınıfsal yapının bir yansıması olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekti. Temel, çalışmasının üç bölümden oluştuğunu belirterek, Birinci bölümde İslamcı toplumsal hareketin bir sınıfsal bir yapı olarak görülmesi gerektiğini, ikinci bölümde Türk endüstri ilişkileri sisteminin açığı neydi de hak iş sendikasına ihtiyaç duyuldu sorusunun cevabını aradığını, üçüncü bölümde ise Hak iş sendikasının oluşum sürecinin temel araştırma konusunu oluşturduğunu vurguladı. Son olarak da çalışmasını, Türkiye’de Muhafazakar işçilerin mücadele pratiklerini inceleyerek tamamladığını ifade etti.

Temel, İslamcılığı sınıf meselesi olarak görülmesi gerektiğini belirterek  tezinde Türkiye’de sol kesimin algıladığı ve Marx’ın Komünist manifestoda bahsettiği  anlamda bir sınıf  kavramından hareket etmediğini, İslamcıların sınıfsal bir yapıya kavuşmalarının Marx’ın komünist manifestoda bahsettiği türden bir sınıflaşma olmadığını, ağırlıklı olarak Edward Thompson’ın  Avam ve Görenek adlı eserinde bahsettiği İngiliz toplumlarının ahlaki ekonomisi üzerinden ele aldığı sınıf kavramı üzerinden Türkiye’deki İslamcıların sınıflaşmasının ele alınmasının daha uygun olacağına dikkat çekti. Thompson, sınıfın sadece sosyolojik bir yapı olmadığını tarihsel bir kavram olduğunu iddia ediyor, tarihsel kavramın ilk planda değil ancak tarihin son aşamasında ortaya çıkacağını savunuyor. Bilinçli bir sınıf oluşumunun olmadığı yerlerde sınıf biçiminde mücadeleler ve çatışmalar olacağını belirtiyor. Buradan yola çıkarak, Temel; çalışmasında İslamcılığı Osmanlı döneminin modernleşme ideolojisi olan İslamcılık ideolojisinden hareketle ele almadığını, daha çok çağdaş İslamcılığı temel aldığını belirtti. Bundan ötürü başlangıç noktası olarak erken dönem cumhuriyet döneminden başlamanın uygun olacağını ifade etti. Çünkü, İslamcı toplumsal harekete zemin oluşturması açısından erken cumhuriyet döneminin bu konuda oldukça önemli veriler sunar. Temel, İslamcılığın geçirdiği tarihsel evrimi ifade etmeden önce İslamcılığın tanımlamanın önemine dikkat çekti. Literatürde İslamcılık hakkında birçok tanımlamanın bulunduğunu, fakat İslamcılığı kabaca tarif etmek gerekirse: İnandıkları dinin gereklerini pratize etmeye çalışan Müslüman kimlikli kişiler olarak tanımlamanın yeterli olacağını vurguladı. İslamcılık sözcüğünün ilk kullanımının ise Kemal Karpat’ a göre:1908’de ilmiye sınıfının ortadan kaldırılmasıyla bu sınıfı Batıcılardan ve Türkçülerden ayırmak için kullanıldığına dikkat çekti.

Erken cumhuriyet döneminde İslamcılar, yeni rejimin yaptığı reformlara karşı Müslüman kimliğini koruma ekseninde bir mücadele yürütmüşlerdir. Osmanlı modernleşme ideolojisinde din inkarın değil ikrarın konusu oluyor. Ancak, Erken cumhuriyet dönemine geçildiğinde bu kez dinin ithal edilmesine ve ihya edilmesine kapı aralanıyor. Temel’ göre değişen ne diye sorulduğunda:” İslamcılığın işgalciye karşı mücadeleden İslamcı kimliğini korumaya yönelik bir mücadeleye dönüştüğü fikrinin önem kazanması olarak ifade ediyor”. İkinci meşrutiyet döneminde İslamcılığın tartışma alanlarına bakıldığında ciddi bir entelektüel söylemin olduğunu görürüz. Bu dönemde Mehmet Akif, Babanzada Ahmet Naim gibi fikir adamlarının önemli entelektüel tartışmalar yaptıkları görülmektedir. Ancak erken cumhuriyet döneminde hal böyle devam etmemiştir. İslamcılığın Entelektüel ve üst perdeden yapılan tartışmalardan daha çok, pratik gayesi olan Müslüman kimliği koruma amaçlı bir harekete dönüşmüştür. 1946’da çok partili hayata geçiş ile birlikte altı tane siyasi parti kurulmuştur. İçlerinden en önemlisi Fevzi Çakmak’ın İslam’ı koruma partisidir. Fevzi çakmak İslam’ı koruma partisi adı altında reformlara muhalif bir tutumda birtakım siyasalar yürütmüştür. Dine yönelik faaliyetlerin önüne geçeceğini ifade etmiştir. Ancak, halkın teveccühüne mazhar olamamıştır meclise girebilecek yeterli oy oranın ulaşamıyor Erken dönem cumhuriyet döneminde İslamcılar olarak kimler vardı diye bakıldığında genelde Nurcu ve Süleymancı grupların olduğu, Bu grupların hareket serbestliğine sahip olamadıkları için yeraltında örgütlendikleri görülmektedir.

1940’lı yıllara gelindiğinde ise Necip Fazıl’ın büyük doğusunu Nurettin Topçu’nun hareket dergisini görürüz. Temel’e göre bu yılların İslamcılık hareketi açısından önemi nedir diye sorulduğunda:” sınıfsal yapıya hüviyet kazandırması açısından ciddi politikalar geliştirilmesi olarak ifade etmiştir”. Yine bu dönemde ekonomik açıdan bakıldığında Türkiye’de yüzde yirmi kent nüfusu, yüzde seksen ise kır nüfusunun olduğunu görürüz. Kır nüfusunun ekonominin yükünü çekmesine rağmen, yeni kurulan rejimin nimetlerinden aldığı payın merkeze göre daha az olduğu görülmektedir. Bu durum Temel’e göre, İslamcılığın ekonomik açıdan muhalif bir dil oluşturmasında ve sınıfsal bir yapıya dönüşmesinde ekonomik anlamda ilk aşamayı oluşturur. İkinci aşamaya bakıldığında ise İslami kültürel hareketlerin önem kazandığı görülmektedir Temel’e göre böyle bir sonucun ortaya çıkmasında Özellikle dini basım yayın faaliyetlerinin önem kazanması etkilidir.  Özellikle dergilerin bu kültürel faaliyetlerde öncü bir rolünün olduğu görülür. 1980 sonrası dönemde eğitimin yaygınlaşmasıyla beraber Müslüman aydınların ortaya çıktığını görürüz. Müslüman aydınların İslamcı düşünceye etkisi dergiler yoluyla olmuştur. Temel’e göre, Dergilerin çıkarılma nedenlerine bakıldığında: birinci sırada modernitenin İslam’ın kendisine ilişkin varoluşsal tehdidinin, İslam’ın öz kaynaklarına dönüşle gerçekleşeceğine ilişkin yeni bir alternatif modernlik inşa etmeye çalıştığı görülmektedir.  Aynı zamanda bu dergiler modern hayatın kendisinin vazettiği tehditlere karşı dinden birtakım yorumlar türetmenin peşindedirler.

1940’ların sonuna kadar Türkiye’de oluşturulan milli sanayi hamlesinden sonra dahi işçi bulmakta sıkıntı çekilmektedir. 1950’lere doğru gidildiğinde ise şehirlerde işçi sayısının da gitgide arttığı görülmektedir. Temel, Şehirlerde artan işçilerin İslamcılığın oluşmasına ilişkin etkisi nedir sorusunun önem kazandığını ifade ederek, çağdaş İslamcılığı İslami kültürel, İslami sosyal ve İslami siyasal hareket olarak çalışmasında üçe ayırdığını belirtmiştir. İslami sosyal hareketlerin şehre göç edenlerin şehre uyum sağlaması için erken cumhuriyet döneminde kurdukları işçilerle bir intibak ilişkisinin var olduğu gözlemlenmektedir. Genel olarak bakıldığında, 1923- 50 döneminde İslamcı hareket, türdeş bir toplum ve siyasal bir sistemi hedefleyen seküler reformlara karşı pasif bir sivil direniş sergiliyor. Devletin bu dönemde din karşısındaki tavrı açık hale geldikçe İslami toplumsal gruplar, yeni kurulan ulus devlete karşı, İslam’ı bir nevi ideolojik zırh olarak kullanıyorlar.

1960’lı yıllar Çağdaş İslamcılığın doğuşuna tanıklık edilen yıllardır. Bu dönemde çağdaş İslamcılığın biçimlendirilmesinde devlet merkezli ve toplum merkezli ikili bir yapının var olduğu görülmektedir. Devlet merkezli hareket İslamcılığı yukarıdan aşağıya doğru dikey bir bicimde şekillendirirken, toplum merkezli hareket ise İslamcılığı, aşağıdan yukarıya doğru biçimlendirmektedir. Temel’e göre, devlet merkezli yapı, İslam’ı 1960 sonrası yükselen sol gruplara ve sosyalizme karşı bir tutkal aracı olarak kullanmaktadır. Devlet merkezli İslamcılığın oluşmasında bir diğer önemli nokta, sosyalizmin yayılmasına karşı olarak Seyyid Kutup gibi yazarların kitaplarının çevrilip basılmasına izin verilmesi ve aynı zamanda Roger Garaudy‘nin İslamiyet ve Sosyalizm kitabının Doğan Avcıoğlu tarafından çevrilmesidir. Temel, buradaki amacın aslında İslam’ın sosyalizme o kadar da yabancı bir din olmadığını, sosyalizm veya komünizm olarak iddia edilen şeylerin hepsinin İslam’ın kendisinde mündemiç olduğunu, bundan dolayı sosyalist hareketlere girmeye pek de ihtiyacın olmadığı yönünde anti-sosyalist bir propagandanın yattığına dikkat çekmektedir. Tercümeler vasıtasıyla İslam’ın sadece insanların ahlaki yönlerini düzenleyen, kanunlarla sınırlı bir din olmadığı, aynı zamanda sosyal adalet mekanizmasına sahip olduğu ve devlet idare anlayışına uygun bir din olduğu vurgulanmaktadır. Temel’ göre, bu durumun İslamcılığın oluşumu için önemi: Bu kitaplarla birlikte Türkiye’de adı konulmamış bir anti sömürgeci dilin oluşmaya başlamasıdır.”

İslamcılığın oluşumunda diğer bir unsur toplum merkezli bir yapı olan İslami kültürel hareketlerdir. İslami kültürel hareketler 1940’larda Necip Fazıl Kısakürek ve Nurettin Topçu ile başlayan 1960’ların başında Sezai Karakoç ve sonrasında İsmet Özel ile gelişen bir kültürel silsileyi oluşturan hareketlerdir. 1960’ların sonunda bu önemli fikir adamlarıyla birlikte İslami kültürel hareketler, dünya ölçeğindeki İslam’a yönelik tehditlere karşı tutumlarında daha hassas olmaya başladığını görmekteyiz. Bu dönemde İslami bir kültürün oluşmasında ilahiyat hocalarından daha çok Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi aydınların etkide bulundukları görülmektedir. Necip Fazıl’ın 1980’lerin ortasına kadar Anadolu’ya gerçekleştirdiği birtakım konferanslarla İslamcı kimliğin oluşumuna önemli katkılar sağladığı görülmektedir. Temel, İslamcılığın bir toplumsal ve sivil hareket olarak kendisini var etmesinin devlet merkezli oluşturulmak istenen İslamcılıktan daha tesirli olduğunu belirtmektedir.1960ların sonunda İslamcı diye tanımlayacağımız kim var diye baktığımızda büyük merkez sağ partilerini destekleyen nurcu gruplar, anti-komünizm bayraktarlığı yapan gruplar, sosyalizm tartışmalarıyla İslam sosyalizmi arayışında olan grupların  var  olduğu görülmektedir. 1969 da ise taşrayı temsilen Erbakan liderliğinde milli görüş hareketinin ortaya çıktığı görülmektedir. Milli görüş hareketi ilk olarak milli nizam adı altında 1969’da Erbakan’ın odalar ve borsalar birliğinden dışlanmasıyla birlikte Konya’dan bağımsız aday olarak seçilmesiyle başlar. 1971 de kapatılan Milli Nizam partisinden sonra Erbakan Milli Selameti kuracak olup, 1973 seçimlerinde Milli Selamet Partisi kent merkezlerinden yüzde 38, köylerden ise yüzde 67 oy almıştır. Milli görüş hareketine verilen oyların büyük çoğunluğunun kır nüfusundan gelmiş olması, kır nüfusunun, merkez tarafından dışlanmışlığına verdiği bir tepkidir.

1983-99 arası dönem de ise köyden kente göçün artmasıyla birlikte Türkiye’de dernekler vasıtasıyla bir İslami ağın oluşturulduğunu görmekteyiz. Temel, şehirlerde dernekleşme sürecini söyle ifade etmektedir:” Dernekleşme sürecini Genelde kırdan köye göç ile birlikte bir mahallenin inşası ve bu mahallenin inşası ile beraber bir caminin inşası ve bunu takip eden bir dernek faaliyeti izlemektedir. Kente göç edenlerin köyün geleneksel değerlerini kente taşıması ve kentin kendisine karşı vazettiği varoluşsal tehdide karşı İslam’ın dayanak noktası olarak kullanılmasıdır”. Bakıldığında cami ve dernek sayılarının yıldan yıla devasa bir artış gösterdiği görülmektedir.

Sınıfsal yapının oluşmasında köyden kente göçlerle birlikte gecekondu ağının oluşması önemli bir etkendir İslami sosyal hareketlerin, İslami kültürel hareketlerin ve İslami siyasal hareketlerin gecekondu üzerinden ağ oluşturdukları gözlemlenmiştir. Temel, İslamcılığın kendisinin gecekondularda ortaya çıktığını vurgulamaktadır. 1975 yılında kent nüfusunun dörtte birinin gecekondularda yaşadığı görülmektedir. Gecekondular, Hak-İş sendikasının oluşmasında ve işçileşme sürecinde önemli bir etkiye sahiptir. Gecekondu ağında bulunan göçmenler, İslami sosyal hareketler vasıtasıyla sosyal mobilizasyon imkanını elde etmişlerdir. Temel, Türkiye’deki İslamcı hareketlerin gecekondular üzerindeki başarısının, toplumsal aktivizmi gerçekleştirmedeki başarısında yattığına dikkat çekti. Yani İslamcı hareketler diğer toplumsal hareketlere göre gecekondularda yaşayan insanların değişen ve dönüşen şartlar neticesinde ortaya çıkan taleplerine daha etkin cevap verebilmişlerdir.

1960’dan başlayarak 1980’lere doğru yeni bir Müslüman entelektüel sınıfı ile birlikte Müslüman sermayedarlar grubunun oluştuğunu görüyoruz. Özellikle Özal’ın ortaya koymuş olduğu liberal politikalarla birlikte Müslüman burjuvazi ortaya çıkacak ve aynı zamanda Müslüman ve Muhafazakar kimliğini öne çıkaran işçilerin sayısında da artış olacaktır. Hak-İş aslında böyle bir sürecin ürünüdür.

Hak-iş nasıl ortaya çıkmıştır? Sorusu önemlilik arz etmektedir. Hak-İş İslamcı sosyal hareketler ile siyasal hareketlerin ortak bir ürünüdür. Temel, çalışmasının başında da ifade ettiği üzere: sol bir bakış açısından yola çıktığımızda bir sendikanın İslamcı düşünce perspektifinde bulunmamasını bekleriz. Fakat, hak-iş bize burada eşsiz bir örnek teşkil eder. Müslüman işçilerin farklı bir mücadele pratiğini inşa edebileceğini ortaya koymuştur.  Sol cenahtaki klasik yazıma baktığımızda, Müslüman kimliğini öne çıkaran işçiler, solcu işçilere nazaran kendi çıkarlarını korumaktan acizdirler. Ayrıca, bu işçilerin işverenin kendilerini sömürmesine müsaade edecekleri söylenir. Hak-İş, işçi ve işveren arasında uzlaşmacı bir yapının olabileceğini öne sürmüştür. İşçi ile iş verenin aynı gemide olduğunu, adil ve her iki tarafında kazanabileceği bir yapının olabileceğini savunur. Temel, Hak-İş yöneticileriyle yaptığı ikili görüşmelerde Müslüman kimliklerini öne çıkaran işçilerin mücadele pratikleri hakkında önemli bilgiler edindiğini ifade etti. Müslüman mücadele pratiğinin hak işle beraber alternatif bir mücadele pratiğine dönüştüğünü, Hak-iş’e bağlı işçilerin kolektif ve örgütlü bir direnişi tercih etmediklerine dikkat çekmektedir. Bakıldığında bunun işçilerin çıkarını bilmekten yoksun, kaderci, tutucu ve daha başka şekillerde ifade edilemeyeceğini görüyoruz yani direnişin kendisinin göz önünde bulundurulduğunda illaki örgütlü ve kolektif bir direnişin gerçekleşmeyeceğini Müslüman kimliğini öne çıkaran ve bireysel mücadele yöntemlerinin var olabileceğini göstermektedir.

Leave a Comment