İslam’ın Tarih Sosyolojisi

Mustafa Aydın, İslam’ın Tarih Sosyolojisi, İstanbul, Pınar Yayınları, 3. Baskı, s.288

Sosyolojinin kurucularından sayılan Durkheim’e göre din, toplumsal bir üründür. Buna karşın kaynağını vahiyden alan dinler bulunur. Bu noktadan hareketle şu soruya cevap aramak gerekir: Din sadece toplumla mı şekillenir yoksa dinin şekillenmesinde toplum üstü bir gücün etkisinden söz edilebilir mi? İslam’ın Tarih Sosyolojisi adlı kitabına ilk olarak bu soruyu yanıtlayarak başlayan Mustafa Aydın,  İslam din sosyolojisini ahlaki- tarihi boyutta tartışarak Medine toplumunun inşa ediliş süreci ile dört halife dönemini siyasi-toplumsal eksende inceleyerek günümüz toplumuyla İslam’ın bağlantı kurmasını amaçlar. Başlangıçta İslam dininin fonksiyonlarından, nas- ümmet, fert- cemaat ilişkisinden bahseden Aydın, sonraki kısımlarda ideal toplum olarak adlandırdığı Medine’nin siyasi sosyal yaşamını Batılı düşünürlerin eleştirisi eşliğinde tartışmaya açar. Son olarak İslam toplumunda tabakalaşma, farklılaşma ve bütünleşmenin ne anlama geldiğinden söz eder.

Öncelikle,  İslam vahye dayalı bir din olmanın yanı sıra, İslam dünya ile bağlantı kuran bir dindir. İslam dini, bu düzen ve bütünlüğü beşeri alanda da gösterir, diğer dinlerin ayin ve tören figürlerinin üzerinde, gerçek bir perspektif içinde fert ve toplum hayatının bütün bölümlerini yönetmek üzere belirleyici bir görev yapar (s.33). Diğer bir ifadeyle İslam, beşeri ve din alanı olarak yaşamı ikiye bölmez, fert ve topluma sorumluluklar yükler.

Yazar, toplumu nas kavramıyla özdeşleştirirken ümmet kavramını nas’ın altında yer alan birlikler olarak ifade eder. Yazar ümmet kavramının  millet kavramından daha geniş bir anlama sahip olduğunu belirtir. Halbuki Kur’an millet kelimesini öncelikle inanç birliği olarak kullanmıştır. “Millet-i İbrahim” bu anlamdadır; hatta açık olarak din anlamını ifade etmektedir (s.40). Ümmet ise etnik, kültürel özelliklere sahip olan gruplar için de kullanılabilir. Ümmet kavramıyla anlaşılır ki İslam kültürleşme ve sosyalleşmeye açık bir dindir. Hatta fert, cemaatten ayrı sorumluluklara ve haklara sahip bir statüyü anlatır. Yazar, ferdin statüsünü şu ayetle vurgular: “Hiçbir günahkar başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için başkalarını çağırırsa, onun yükünden hiçbir şey taşınmaz. Akrabası olsa bile (s.91).” Hiç kuşkusuz fert cemaatten ayrı sorumlulukları olan bir varlıktır.

İslam dininin doğuşuyla toplumun bir kültürel bir kişiliğe kavuştuğunu vurgulayan Aydın, İslam dininin doğuşuyla cahiliye kültürünün tamamen terk edilmediğini, İslam dinine uygun olan  pratiklerin devam ettirildiğini belirtir. Böylece İslam dininden önceki tarihsel gelenek, yaşayış yok edilmemektedir. Bu noktadan anlaşılır ki İslam dini bir onarım vazifesine sahiptir. “İslam öncesi Arap toplumunda kültürün bir bütünlüğü yoktu.” diyen Aydın, İslam’ın bir kültürel bütünlük getirdiği kanısındadır.

İslam ekonomik, sosyal, toplumsal birçok alanı kapsayan bir dindir. Aydın’a göre İslam dininin kapsayıcı özelliği tarihi şartlardan kaynaklı değildir. Belirli ahlaki ilkelerle sosyal-ahlaki toplumsal düzeni meydana getirmiştir. Bu varsayımdan hareketle Aydın’ın ahlaki ilkeleri tarihi boyutun önünde tuttuğu söylenebilir. Ahlakı tarihten ayrı ya da ahlakı tarihin önünde yer almasını sağlamak yerine Kur’an iki boyutu iç içe verir. Bilhassa Kur’an’daki kıssalarda ahlak ve tarih boyutunun iç içe geçtiği görülür.

Ayrıca siyasi uygulamalarda Peygamber efendimiz herhangi bir yönetim şeklinden ziyade İslam ahlak ilkeleriyle İslam devletini inşa etmiştir.

“Sosyolojik açıdan önemli sorunlardan birisi şüphesiz İslam kültürü ile fethedilen ülkelerin kültürleri arasındaki adaptasyon (sentezleme) idi. Çünkü İslam’ın evrensel boyutlu ilkeleri belli sınırlı kültürel düzeylerle algılanmış olacaktı. Yani tarihi bir boyut gündeme gelecektir.”  diyen yazara göre tarihi boyut ahlaki boyuttan sonra gelir. Nitekim Kur’an ahlak, tarih  ve benzeri birçok konuda ayetler içerir. Buna karşın Kur’an bütüncül bir perspektife sahiptir.

Yazar ahlaki boyutu toplum üstü; doğaya, akla indirgenemeyen, vahyedilmiş olan olarak  tanımlarken tarihi boyutu değişken bir dünya olarak ifade eder. Diğer taraftan dini ahlaki boyutu değişmeyen bir değer alanı olarak kabul eder. Bu tanımdan hareketle yazar çalışmasını ahlaki boyut yerine dini ahlaki boyut yönüyle ele almalıdır. Çünkü yazarın ahlaki boyut tanımından kastı vahiy ile kesin kabul edilmiş normlar iken, dini ahlaki boyut tanımında ise hem din hem toplum tarafından değişmeyen ortak yargılar bütününü ifade eder. Bu bağlamda Aydın’ın çalışmasına baktığımızda İslam toplumunun öncesi ve sonrasında gerçekleşen gelişmelerin yer aldığını ve bu süreçte dinin ve toplumun ortak bir değer alanı inşa ettiğini görürüz. Bu sebeple yazar eserini dini-ahlaki boyut yönüyle ele almalıydı. Ayrıca yazar,  sayfa 250’de salt-ahlaki olanın değişebileceğini söyleyerek baştan beri ahlaki boyut üzerine tartıştığımız konuya varır. Bu sebeple okuyucu için ahlaki, ahlaki boyut, dini ahlaki boyut, salt ahlaki kavramları üzerine daha ayrıntılı açıklamalara yer vermesi önerilir. Zira okuyucu için bir karmaşa yaratabilir.

İslam’ın düzenleyip geliştirdiği ahlak anlayışı bir soyutlanmış ilkeler birliği değildir. Onun bir taraftan tevhid inancıyla, diğer taraftan kozmik alem ve ölümden sonraki hayat akidesiyle sıkı bir ilişkisi vardır. Birincisi onun kaynağı, ikincisi yaptırımıdır (s.169). “Esasen İslam’da Allah inancı metafizik değil, ahlaki niteliklidir, onun sıfatları  iyilik ve adaleti işaretlemektedir” derken yazar inancı sadece ahlaki nitelikle kısıtlandırır.

Tekrar vurgulamak gerekirse; Medine toplumu fert-cemiyet ilişkisini kuran bir ideal toplum olmanın ötesinde İslam’ın getirdiği pratikler ile “İslam devleti”ni kurmuştur. Kurulan İslam devletinde yazar ferdin kazandığı statüyü vatandaşlıkla özdeşleştirmiştir. Ancak vatandaşlık birey, toplum ve devlet arasında bir sözleşme sonucu kazanılırken, kardeşlik ise ferd, cemiyet ve Allah(c.c) arasındaki bir sözleşmedir. Nitekim yazar kardeşliğe de vurgu yapar fakat ferdin kazandığı vatandaşlıktan ziyade “kardeş” ya da “kul”  statüsüdür. Yazarın bu noktayı açıklığa kavuşturması gerekir.

Son bölümde İslam toplumunda tabakalaşma var mıdır, yok mudur tartışmasına giren yazar, takvadaki üstünlük üzerinden Müslümanlar arasında farkın var olduğu kanaatindedir. Diğer taraftan gayrimüslimler açısından İslam toplumunda tabakalaşma incelendiğinde herhangi bir  ayrıştırılmanın söz konusu olmadığı, vergiler konusunda ayrışma olduğunu belirtir. Gayrimüslimlerin mahkemelere, okullara sahip olduğuna; ayrıca yazar Hz. Muhammed (s.a.v.)  ve dört halife döneminde gayrimüslimlerin bizzat ziyaret edildiğine ve problemleriyle ilgilenildiğine dikkat çeker. Yazar, Weber’in “İslam toplumu baştan bir savaşçılar sınıfı oluşturarak yukarıdan aşağıya göre şekillendiği” görüşünü reddeder. Nitekim İslam’da şuranın değişmez bir ilke olarak kabul edilmesi Weber’in görüşünü çürütür. Çünkü şura kamuoyunun, ümmetin bir yansımasıdır.

İslam toplumunda değişmenin sorun olmasını yazar tarihi boyutun mutlaklaştırılması sonucu gerçekleştiğini söyler. Şii ve Sünni ayrımını tarihi boyutun mutlaklaştırılmasına örnek verebiliriz. Esasen yazar Şii Sünni ayrımını farklılaşma kategorisinde değerlendirmiştir. Değişme ve farklılaşma yaşayan toplum için bütünleşme gereklidir. Yazar en ideal bütünleşmenin “kültürel bütünleşme” ile gerçekleşeceğini belirtir ve bu ancak İslam’la mümkündür.

Yazar on üçüncü yüzyıldaki sufiliğin ortaya çıkışıyla sufilik ve  şer’i anlayış arasında kalan Müslümanlar’ın yaşadığı sorunu “sufilerin özcülüğü ile ulemanın şekilciliği arasında sarsılan tevhid” diyerek adlandırır. Bununla beraber bu adlandırma günümüz toplumunun yaşadığı sorunları özetler. Dini hareketlerin günümüzde artması ve bu hareketlerin yol ayrımları yaşaması, diğer taraftan bireyin bir harekete tabii olma isteğinin XXI.yüzyıla ait bir problem olmadığı kanısına varılabilir.

Son olarak bütüncül ve eleştirel perspektiften bakarsak  eseri ele aldığı konular bakımından İslam Tarih Sosyolojisi alanına özgün giriş kitabı kabul edilebilir. Kitapta basım hatalarının gözden geçirilmesi önerilir. Zira sayfa 256’da dile getirilen “üçüncü yüzyılda Müslümanların yaşadığı sorun” on üçüncü yüzyılda gerçekleşmiştir. Ek olarak yazar din ve ahlak arasındaki bir ayrımın olup olmadığını daha detaylı anlatması önerilir. Kavramları iç içe geçirerek anlatması okuyucuda kafa karışıklığına sebep olabilir. Ayrıca yazarın geniş bir tarih çerçevesiyle anlatması ve bu çerçeve üzerinden tabakalaşma, kültürleşme problemlerine değinmesi kitabı farklı kılmaktadır.

Leave a Comment