İznik
‘‘Akıl sahipleri bir yerde oturup kalınca rahat edemezler. Öyleyse odunu ocağı bırak da dışarılara çık, seyahat et. Yolculuk et; ayrıldığın bazı şeylere karşılık yeni ve güzel şeyler bulacaksın’’ İmam Şâfii.
Akıl sahibi iddiası olmadan, ayrıldığımız şeylere karşılık yeni şeyler bulmak arzusuyla düştük yollara. Ulu Çınar’ın tohumlarının atıldığı beldelerden birine, İznik’e doğru çıktık yola. Öğrenmek için, talebü’l-ilm gayesiyle niyet ettik seyahat etmeye. Pazar sabahı erkenden çıktık Üsküdar’dan. Yolların da boş olması sayesinde program vaktine riayet ederek vardık İznik’e.
İlk durağımız Abdulvahab Tepesi… Rehberimiz anlatmaya başlarken öğle ezanı okunmaya başlıyor. Bir yandan ezanı dinlerken diğer yandan şehre hâkim bu tepeden daha önce hiç görmediğimiz İznik Ayasofya Camii’ni arıyor gözlerimiz, Orhan Camii’ni… İki sene önce, 6 Kasımda tekrar ibadete açılan o camiden gelen ezan sesini duymak hasretiyle dolaşıyor şehrin üzerinde gözlerimiz.
İstanbul’un yüksek katlılığından, dikey mimarisinden ne kadar da bunaldığımızı anlıyoruz bir kez daha. Minarelerden yüksek apartmanların olmadı- ğı beldelere olan hasretimizi anlıyoruz. VIII. asırda İslâm fetihleriyle gelen Abdulvahab Sancaktarî’yi, başını vermeyen şehidi dinliyoruz rehberimizin o güzel anlatımıyla. Ve sonra Sarı Saltuk’u… Binlerce talebesini, gönül erini Anadolu’ya gönderen Hoca Ahmed Yesevî’nin talebelerinden Sarı Saltuk’u ziyaret ediyoruz. O kadar sevilmiş ki Sarı Saltuk, geçti- ği her beldede anıt mezar yapılmış adına. Tam 12 tane; kimi İznik’te, kimi Makedonya Ohrid’e, kimi de Romanya Dobruca’da. Önce gönüller fetholunmuş Anadolu’da, Rumeli’de, Balkanlar’da…
Sarı Saltuk’tan sonra Çandarlı Hayrettin Halil Paşa… Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin manevî kurucusu Şeyh Edebâli’nin akrabası, Fatih’in veziri Çandarlı Halil’in dedesi. İznik’in ilk kadısı. Orhan Gazi dönemindeki fetihten sonra bir külliye yaptırıyor İznik’e; içinde imarethane, aşhane, han, hamam barındıran… Ve bir de İznik’in sembollerinden Yeşil Camii’yi… Çok hayır eseri bırakmış geriye Çandarlı ailesi; İznik’in temel yapısını kurmuşlar. Oradan yürüye yürüye Lefke Kapısı’na doğru gidiyoruz. Solumuzda Bizans döneminden kalma su kemeri. Kapıdaki taş katmanlarından İznik’ten çok medeniyet geçti- ğini anlıyorsunuz. Dört kapısı var şehrin: Lefke, Yenişehir, Göl ve İstanbul. Hazır ‘‘Göl’’ ve ‘‘İstanbul’’ demişken… Araplar İstanbul’u fethe çıktıklarında demişler ki onlara: ‘‘İstanbul suyun kenarında, surlarla çevrili bir şehirdir.’’ Araplar da İznik’i görünce İstanbul zannetmişler. İstanbul’a giden yol İznik’ten geçmiş ve Fâtih Sultan Mehmet Hân ve askerlerine nasip olmuş peygamber övgüsü. Sonra Yeşil Camii’ye geliyoruz. Minaresindeki yeşil çinilerden müsebbip camiinin isminin Yeşil Camii olması. Tek kubbeli, Selçuklu geleneğinden de izler barındıran, özellikle kapısında Selçuklu taş işçiliği olan Yeşil Camii’de öğle namazımızı eda ettikten sonra öğle yemeğine geçiyoruz.
Öğle yemeği dönüşü Mahmut Çelebi Camii ve II. Murat Hamamı’ndan geçerek eski İznik çini fı- rınlarının kalıntılarının olduğu yere geliyoruz. Tabi İznik deyince akla gelen ilk şey çinileri. İznik çinisinin meşhur olmasının sebebi ise renkleri; özellikle de kırmızı ve turkuaz renkler… 1600’lü yıllara kadar İznik çinisi meşhur iken 1600’lerden sonra Kütahya ön plana çıkmış. Eski çini fırınlarından sonraki durağımız dönemin ilk hukuk fakültesi olan Süleyman Paşa Medresesi. Şeyhülislâmların, fâkihlerin yetiştiği yer. Şeyh Bedreddin, Davud-u Kayserî müderrislik yapmış. Burası şimdilerde çini dükkânlarına ev sahipliği yapıyor. İkindi namazı için durak yerimiz Eşrefzâde Rûmî Camii. Minare camiinin 5 metre kadar uzağında. Meğer camii yıkılmadan önce bitişikmiş. Cami yı- kılmadan önce dedim değil mi? Camiiyi 1922’de Yunanlılar İznik işgali sırasında yakıp, yıkıyorlar. Daha sonra tekrar yapılıyor camii. Eşrefzâde Rûmî Efendi, Hacı Bayram Velî’nin önce talebesi, sonra damadı oluyor. Aslen Mekkeli olan Eşrefzâde Rûmî, İznik’te bir dergâh kurup camii yaptırıyor. Sonra Kutbuddin İznikî ve oğlu Kutbuddinzâde Mehmet İznikî’yi ve Nilüfer Hatun İmarethanesi’ni dinliyoruz rehberimizden.
Nilüfer Hatun, I.Murat’ın validesi… Ve bu imarethanede, yani yoksullara yardım amacıyla kurulan bu yerde ‘‘hiçbir şekilde din ayrımı yapılmaksızın, herkese yemek verilmiş. Oradan ilk Osmanlı medreselerinin kurucusu, zamanının başmüderrisi, Ekberiyye, Muhyiddin Arabî ekolünden gelen Davud-u Kayserî’nin makamına geçiyoruz. Akşam ezanı okunuyor bu sırada. Bin yıllık çınarın gölgesinde kabri. Füsusu’l Hikem şerhi, özelde de bu şerhin mukaddimesi çok meşhurmuş. Çokça okunulması, araştırılması gereken birisi. Yeşil Camii’de akşam namazı, Nilüfer Hatun Çini Çarşısı’nda hediyelik alışverişi derken yatsıya İznik Ayasofya’ya, Orhan Camii’ne geçiyoruz. Girmeden önce aklımda olan soru, kıble meselesi. Aslında bu sorunun sebebi de İstanbul’daki Ayasofya Camii. Ayasofya başlangıçta bir kilise olarak yapıldığı için ibadet yönü Kâbe’ye dönük değilmiş. Rivayet bu ya, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethedip Ayasofya’yı camii yaptıktan sonra bir gün Hızır Aleyhisselam Ayasofya’ya gelmiş. Bakmış ki kıble Mekke’ye doğru değil. Solda, arkada dört köşe olan, Terler Direk denilen üzeri bakırla kaplı mermer direğe parmağını sokup sütunu döndürmeye başlamış. Onun dönüşüyle birlikte bütün bina da Kâbe yönüne dönmekteymiş. Bina tam Kâbe yönü- ne döneceği sırada kadının biri Hızır’ı fark etmiş ve “Bakın hele şu Hızır’ın yaptığına!” diye çığlık atmış. Hızır bunun üzerine işini tam olarak bitirmeden gözden kaybolmuş. Rivayete göre bu yüzden Ayasofya tam olarak Kâbe yönüne dönük değilmiş. 1 Hıristiyanlıkla ilgili önemli kararların alındığı yedinci Konsül 787 yılında burada, İznik Ayasofya’da toplanmış. 1331’den sonra da Orhan Gazi fetihle birlikte camiye dönüştürmüş. Ve ilk Cuma camiisi oluyor İznik Ayasofya. Yön kıbleye göre tasarlanı- yor ve mihrap yapılıyor. Tam 90 yıl ibadete kapalı kaldıktan sonra 6 Kasım 2011’de tekrar ibadete açılıyor ve minaresinden ezan sesleri yükseliyor. Yunanlılar işgal sonrasında kaçarken burayı da yakarak çok büyük zararlar vermişler.
Eşrefzâde’yi yıkanlara, İznik Ayasofya’yı yıkanlara susanlar kiliselerin camiye çevrilmesine nefret kusarlar. Bilmezler ki İslâm’da sulh yoluyla fetholunan yerlerdeki mabetlere asla dokunulmaz, lâkin savaş ile alınan mabetler yıkılabilir, gayr-ı Müslimler sürgün edilebilir. Buna rağmen şehirlerdeki bu en büyük kiliseler yıkılmayıp camiye çevrilerek Müslümanca bir tavır sergilenmiş, üstüne üstlük dokunma ve yasak hakkı olunmasına rağmen diğer kilise ve havralara dokunulmamış, ibadet hürriyeti tanınmıştır. Bunun örneklerini aramak isteyenlerin kısa bir Balkan coğrafyası ziyareti yapmaları kâfi… En basitinden Yunanistan’da, Sırbistan’da 5-6 asırlık manastırlar, kiliseler olmasına rağmen bugün o topraklarda camii bırakılmadı neredeyse… Yatsı namazında ettik İznik Ayasofya’da duamızı: ‘
‘Yâ Rabbi! Sen İznik Ayasofya’dan, Trabzon Ayasofya’dan sonra İstanbul’dakinde de tekrar saf tutmayı nasip et.’’ (Âmin) Böylece bir İlmî Etüdler Derneği “Tarih ve Kültür Gezimiz” daha sona erdi. Sadece ve sadece rıza-ı ilâhi için, Müslümanların bir yerlere gelebilmesi için emek sarf eden tüm bu gönül insanlarına teşekkürler. Rabbimize böyle bir müessesede yer almayı nasip ettiği için sonsuz şükürler. Tekrar düştük İstanbul yollarına… Faruk Nafiz’in tabiriyle ‘‘Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar’’dan geçerek geldik İstanbul’a. Heybemizde ayrıldığımız şeylere rağmen bulduğumuz güzellikler…
Verene, nasip edene şükür…