Kimlik ve İnanç Radikalizmi: Vaat Edilen Cennet

Yazar: Helen Sena Uzun

“Özgür olmak için illa ölmek mi gerekir? Ölüm özgürlüğü getiren tek koşul mudur? Kurbanken katleden olmak bizi gerçekten cennete götürür mü?” sorularını bizlere sorduran ve izledikten sonra bir süre kendi iç dünyamızı ve dinamiklerimizi sorgulamaya iten Paradise Now (Vaat Edilen Cennet), kalıplaşmış bakış açılarımıza yeni bir perspektif katıyor. Yönetmenliğini eski bir uçak mühendisi olan Filistin asıllı Hany Abu-Assad’ın yaptığı Paradise Now filmi 14 Ekim 2005 yılında vizyona giriyor. Çocukluklarından beri arkadaş olan Said ve Khaled’in intihar bombacısı oluşlarını konu edinen film, Tel Aviv’de İsrail askerlerine karşı büyük bir eyleme hazırlanan Filistinli bu iki arkadaşın son günlerini ve içsel savaşlarını izleyiciyle buluşturuyor.

Paradise Now filmi, küresel çapta da büyük bir başarıya sahip. Altın Küre En İyi Yabancı Dilde Film Ödülü (2006), En İyi Senarist Dalında Avrupa Film Ödülü (2005), Bağımsız Ruh En İyi Yabancı Film Ödülü (2006) gibi ödüller almış olmasının yanı sıra 55. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı adayı olmuştur. Filmin, İsrail-Filistin meselesi gibi yıllardır süregelen bir gerilime can alıcı bir noktadan giriş yapmış olması ve intihar bombacılarının hikayesini anlatarak bizleri onların içsel dünyasına ve sorgulamalarına şahit etmiş böyle bir filmin, uluslararası film festivallerinde ödüller almış olması Hany Abu-Assad’ın takdir edilmesini gerekli kılıyor.

“Onlar hem zulmeden hem de kurban olabiliyorsa benim de hem kurban hem katil olmaktan başka seçeneğim yok.”

İsrail-Filistin geriliminin içine doğmuş ve bu savaşa Müslümanca bakarak büyümüş biri olarak filmin bu politik sorundan ve elbette ki yaşanan insan hakları ihlalinden daha detaylı bahsetmesini isterdim. Filistin’de ne oluyor? Bu insanlar neden ölüyorlar? Bu insanlar neden ölümü özgürlük için tek yol olarak görüyor? sorularına daha içeriden bir bakış sunulmasını arzu ederdim. Ancak filme baktığımız zaman yönetmenimiz bu tür detaylara girmekten daha ziyade yalnızca intihar bombacısı olmak üzerine yoğunlaşmayı tercih etmiş gibi görünüyor. Bu tercihin daha objektif olmaktan kaynaklandığını düşünmek de mümkün. Bu sayede izleyici, siyasi sorgulamaların büyük çoğunluğunu bir kenara bırakarak yalnızca intihar bombacısı olmanın aslına doğru eğiliyor ve kim haklı kim haksız diye düşünmeden sadece bir insanın canını ortaya koyuşuna odaklanabiliyor.

Siyasi sorgulamaların bir kenara bırakılması bizlere şunu düşündürüyor: İntihar bombacısı olmanın vatan sevdalısı olmak ya da bir direniş ruhu ile hareket etmenin yanı sıra geçmişten gelen damgaların temizlenmesi ya da ailenin adını temizlemek için atılmış bir adım olarak karşımıza çıkışına ne demeli?

“Böyle onursuzca yaşamaktansa ölmek daha iyi.”

Filmin ortalarından itibaren Said’in intihar bombacısı olma nedeninin babasının “hain” olduğu ve Said’in bu lekeden kurtulmak istemesi olduğunu görüyoruz. Bu ise bizlere şunu düşündürüyor: Toplumsal algı ve kalıpların getirdiği baskıcı bir yaşamdan kurtulmak için canımızı feda etmek mi gerekiyor? Paradise Now filminin sorgulamalar içinde sorgulamalar açtığı bir gerçek.

Filmin içerisinde Said ve Khaled dışında bir karakterimiz daha var: Suha. Suha, Filistin halkının kahramanı olan Ebu Gazzam’ın kızı olarak karşımıza çıkıyor. Tel Aviv topraklarından çıkmış olması ve Avrupa’da yaşamış olması nedeniyle insan haklarına daha eğimli bir bakış açısı olan Suha filme renk katıyor. Zira Suha, Khaled ve Said’in arasında geçen diyaloglar filmi izlerken birçok seyircinin içinden geçirdiği soruları da karakterlerimize yöneltiyor.

Toplumsal algı ve kalıpların getirdiği baskıcı bir yaşamdan kurtulmak için canımızı feda etmek mi gerekiyor?

Khaled ve Suha’nın arasında geçen şu diyalog bana kalırsa filmin en can alıcı

kısımlarından biriydi:

-“Bunu niçin yapıyorsunuz? Söyle bana!”

-“Eğer hayatta eşitliği sağlayamıyorsak, ölümde sağlarız.”

-“Tamam, öldürerek eşitliği sağlayabilirsin. Ancak bunu hayatta kalarak yapabileceğin başka yollar da var.”

-“Evet, senin insan hakların gibi mi?”

-“Niçin olmasın? En azından İsrailliler bizi öldürdükleri için özür dilemezlerdi.”

-“O kadar saf olma, savaşmadan özgürlük olmaz. Eğer ortada bir adaletsizlik varsa, birileri kendilerini kurban etmeli.”

-“Bu kurban olmak değil, bu intikam. Eğer birilerini öldürürsen zalim ile mazlum arasındaki fark ortadan kalkar.”

-“Eğer hava gücümüz olsaydı şehitlere ihtiyacımız olmaz, aramızda fark olurdu.”

-“İşte fark bu, hakikatte İsrail daha büyük bir askeri güç olmaya devam ediyor.”

-“Ölümde ikimiz de eşitiz. Cennet bizi bekliyor!”

-“Cennet diye bir şey yok!”

-“Cennete inanmayı, cehennemde yaşamaya tercih ederim. Bu yaşadığımız hayatla zaten birer ölüyüz. Izdırap içinde yaşamaktansa ölmeyi seçerim, daha iyi.”

-“Ya bize ne olacak? Böylece hayatta mı kalacağız? Bu şekilde kazanabileceğimize mi inanıyorsun? Bu gibi davranışların esas kendimizi yok etmek olduğunu görmüyor musun? İsrail’e zulmünü devam ettirmek için mükemmel bir bahane veriyorsun.”

-“Nedensiz yere duracaklarını mı sanıyorsun?”

-“Evet. Savaşı değiştirmek zorundayız. Ahlak savaşı yapabiliriz.”

-“Ahlak sorunlu İsrail ile mi?”

Bu diyaloglara şahit olmanın ardından kimin daha haklı olduğu konusunda bir ikilemde kalıyoruz. Savaşmak için top ve tüfek kullanmaya gerek olmadığı düşüncesi desteklediğimiz bir fikir iken; abluka altına alınmış, elektriği, suyu, gıda temini kısıtlanmış, sınırdan giriş çıkışların tam bir çile olduğu, her bölge için geçerli olmasa da eğitim imkanının bazı bölgelerde neredeyse hiç olmadığı bir ülkede bunu ideal edinmek bu insanları kaç adım ileriye taşır? İnsan hakları söz konusu olduğu zaman zirvede her zaman tek bir hak vardır: Yaşama hakkı. Yaşama hakkı, insanların hayatlarına devam edebilmeleri için ihtiyaçları olan temel her şeyin güvencesini sunar. Peki Filistin’de bir yaşama hakkından söz edilebilir mi?

İnsanların hayatlarına ve hayallerine hiçbir şekilde saygı duymayan bir devletin karşısında ahlaktan ya da etikten söz etmek neredeyse imkansızdır.Ya da birisi sizi, ailenizin canı ile tehdit edip günlerce evinizin üzerine bombalar yağdırırken ilim ve irfanı bir karşı argüman olarak sunmak faydasız bir hareket olacaktır. Zira canınızın olmadığı yerde eğitimden de söz etmek mümkün değildir. Eğitim alabilmek için öncelikle hayatta olmanız gerekir.

İnsanların hayatlarına ve hayallerine hiçbir şekilde saygı duymayan bir devletin karşısında ahlaktan ya da etikten söz etmek neredeyse imkansızdır.

Peki tüm bunların karşısında, zalim olmak gerçekten bir çözüm müdür? Bize yapılmasına karşı olduğumuz şeyin aynısını onlara da yapıyor olmak bunca yıl karşısında savaştığımız ahlaksızlığın bizdeki tezahürü olur. Bu nedenle, intihar bombacısı olmak yalnızca kişinin kendisini değil; ondan etkilenen ailesini, halkını, diğer eylemcileri, askerleri ve sivil halkı da etkiliyor. Bunun yanı sıra mevcut coğrafyanın etkilerini, dünya güçlerinin ne tepki verdiğini, insan hakları savunucularının (!) farklı zamanlarda sergilediği farklı duruşları da göz önüne aldığımızda içinde kaldığımız ikilem bizi gitgide büyüyen bir çırpınışa sürüklüyor.

Sonuç olarak, 74 yılı geride bırakmak üzere olan İsrail-Filistin arasındaki bu savaş ve bu savaşın mağdurları için herhangi bir öğüt vermek ya da çözüm üretmek kolay değildir. Zira şu an geçmişe dönüp baktığımız zaman her iki ülkede de ölen çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve erkeklerin kanlarını birleştirebiliyor olsaydık önümüzden bir nehir akıyor olurdu.

Helen Sena Uzun

Maltepe Üniversitesi Sosyal Hizmet son sınıf, Görsel İletişim Tasarımı (ÇAP) bölümlerinde öğrenim görmektedir. İLEM Kademe programında 2. kademe öğrencisidir. İllüstratör olarak dijital çizim yapmakta, çocuk ihmal ve istismarı alanında çalışmalarını sürdürmektedir.

Leave a Comment