Konuşamayan Prens
Yazar: Mehmet Yusuf Altun
Yıllardır sordum durdum kendime dil neden bu kadar önemli diye aslında dil mi konuşma mı diye düşündüm hep. Sonunda dil ile konuşmanın arasında fark olmadığını anladım çünkü dil, konuşmamızı sağlayan en önemli araç, okuma-yazma bilmesek bile duyduklarımızı taklit ederek konuşabiliriz. Yazı bulunmadan öncede bu böyleydi galiba. Dil o kadar önemli ki, belki kafamızın içindeki şüpheyi kaldırır, belki bir hayatı kurtarıp, bir hayatı sonlandırabilir, belki de bir kitleyi harekete geçirebilir.
Siz hiç konuşamayan prensin hikâyesini duydunuz mu? Bunu deyince hemen aklınıza V. George geliyor ve ondan bahsedeceğimi düşünüyorsunuz değil mi? Ama yanılıyorsunuz. Aslında bu prensi sizden başka kimse tanımıyor, onu okudukça tanıyacaksınız…
“Zamanın birinde Hamuşî diye halk arasında bilinen bir prens yaşarmış. Aslında, asıl adı Ötkün’dür. Halk arasında Hamuşî ismini almasının en büyük sebebi ülkesinin düşmanları tarafından annesi ve kardeşlerinin gözünün önünde öldürmesi sebebi ile bu isim ile anılmaya başlamıştır. Bir gün babası ve ordu sefere çıkarlarken, tabii bizim prens ise o zamanlar daha 18 yaşında, babası ona, annesine, kardeşlerine ve ülkeye göz kulak olması için onu saraya veliaht olarak tayin eder. Hamuşî de babasını mahcup etmemek için elinden geleceğini yapacağına babasına ve kendisine söz verir. Çünkü söz, namustur. Günler geçtikten sonra düşmanlar sultanın sefere çıktığını haber alırlar ve oğlunu da ülkede bıraktığını öğrenirler ve saldırı hazırlığı yaparlar. Ve gün gelir ülkeye saldırırlar ve sarayı basıp herkesi meydanda toplarlar. Halka çok büyük bir gözdağı verirler ve Hamuşî’nin annesini ve bütün kardeşlerini öldürürler ve bunu babana anlat diye seni sağ bırakıyoruz derler ve giderler. Ne olduysa ondan sonra oldu. Babasına olanları anlatamadı ve o günden sonra hep sustu. Babası çok uğraştı konuşabilmesi için halk içerisinde mitingler düzenledi, şenlik yaptırdı, eğitimler aldırdı ama nafile. Hiçbir şey işe yaramadı. Ta ki o güne kadar. Kral öldü ve Hamuşî kral oldu ama konuşamayan prens, kral olmuştu. Halk bunu kendi arasında çok düşüp, çok tarttı, çok eleştirdi. Hamuşî’nin yardımcıları ona halkı selamlamanız lazım, onlara bir şeyler söylememiz lazım, artık siz bir kralsınız diyorlar ama o sadece hepsinin gözlerinin içine bakıyor ve susun, diyordu. Halk, meydanda toplandı ve Hamuşî yıllar sonra annesi ve kardeşlerinin öldürüldüğü meydana ayak basmıştı. Bu onun için çok can yakıcı bir durum olsa gerek. Her şey hazırdı sadece Ey Halkım! Cümlesi bekleniyordu. Hamuşî kürsüye çıktı, başını yerden kaldırdı ve karşısında milyonlarını gördü. Sağa sola bakınıp durdu. Sonra her yer ölüm sessizliğine büründü. Hamuşî gözünü kapadı ve derin bir nefes aldı. Sanki bütün havayı ciğerlerinde yakmış gibi. Gözünden bir damla yaş akıp giderken başını ve elini havaya kaldırarak EY HALKIM!.. Hamuşî yıllar sonra konuşup halkının kafasındaki şüpheyi giderdi ve konuşmalarıyla halkını harekete geçirmiş oldu.”
Evet, artık konuşamayan prensin hikâyesini öğrenmiş olduk. Dil, bir acıyla sükûta varabilirmiş onu öğrenmiş olduk. Önemli olan o acıları suskun olmadan yaşayabilmektir temennimiz. Susmak, ağır bir eylemdir. Mevla boşuna iki kulak bir dil vermedi bizlere.
Çok dinleyip öz konuşalım.
Bu arada Hamuşî nasıl konuştu diye soruyorsunuz herhalde, onun yanıtı ise; gözünü kapatmasında, gözünden akan gözyaşında ve içine çektiği havada…