Koronavirüs Bizi Evlerimize Döndürdü Peki Ya Kalbimize?

Yazar: Elif Nuran Özgün

İçinde yaşadığımız dünya, küresel bir köy haline geldi geleli uzaklar yakın oldu. Her geçen gün daha da gelişen teknoloji sayesinde nerede olursak olalım birbirimize hızlı ve kolay bir şekilde ulaşabiliyoruz. Tayy-ı mekân ve bast-ı zamandan bahsetmiyoruz artık; son uçağı yakalıyoruz, Skype’dan video araması yapıyoruz, hiç olmadı gece 12’den önce son Marmaray’ı kovalıyoruz. Anlatıldığında distopik gelen bu hayat stili, birçoğumuzun rutinini tanımlar hale geldi. Ancak biz büyük bir hız ve koşuşturma içinde yaşarken, kaderin el değmemiş ağlarından biri daha örülüyor; yakın zamanda eşini benzerini görmediğimiz bir kriz de bize doğru yaklaşıyormuş. Yaklaşıyormuş da haberimiz yokmuş. Koronavirüsten bahsediyorum. Virüsten kaçınmak için başvurduğumuz sosyal izolasyon süreci ve seyahat kısıtlamaları yaşam hızımız dahil birçok noktada ezberimizi bozdu. Pek çok ülke sınır kapılarını kapattı, ülke içinde dahi uçuşları durdurdu. Sokağa çıkış yasaklarıyla birlikte hareketlilik üzerine kurgulanmış hayat tarzımıza da balta vuruldu.


“Hareketlilik” ve “Hız”. Bu iki kelime, farkında olmasak dahi hayatımızda bizi en çok güdüleyen iki kavram. Bunda şaşılacak çok bir şey yok. Zira başarılı olmak için, iyi yerlere gelmek için ya da en azından hayatta kalabilmek için dönemimizin dinamiklerine uyuyoruz. İçine doğduğumuz hareketliliği anlamak için birkaç temel noktaya bakmak yeterli olur:

Eğitim, iş ve nüfus. Hareketlilik dediğimizde sadece arabaya binip A noktasından B noktasına doğru ilerlemek anlaşılmamalı. Bahsettiğim konsept çok daha kapsayıcı. Bir kavramı, çağın ruhu ve dinamiği olarak konumlandırıyorsak; o kavramın hayatımızın üç aşağı beş yukarı her noktasına dokunmuş olması gerekiyor. Bu minvalde eğitim sektörümüzde incelenecek çok nokta var. Üniversitelerimizin birçoğu artık yatay ve dikey geçiş programları konusunda esnekleşti. Dileyen öğrencinin, kriterleri karşılaması durumunda, hemen hemen istediği her bölüme geçebileceği bir sisteme doğru evriliyoruz. Bunun yanında Europass, Erasmus+ gibi uluslararası hareket programları; MEB’in verdiği YLSY gibi yurtdışı eğitim bursları her yerde karşımıza çıkıyor. Hatta “Fullbright’la Amerika Hareketliliği Fırsatı!” her gün mail kutumuzu spam iletilerle dolduracak kadar yanı başımızda artık. Önceki yıllarla kıyasladığımızda, şu anda içinde olduğumuz anlayışta kısmen de olsa şunu söyleyebiliriz: Artık bir öğrenci üniversiteye başladığında, o bölümün ve alacağı diplomanın, hayatını şekillendireceği mutlak alanda olmadığının farkında. Sabit, durağan bir eğitim anlayışından gitgide uzaklaşıyoruz.

Durağanlık ve belirlenmişliğin oldukça uzağa düştüğü bir diğer alan da iş sektörü. İki alt başlık söz konusu: ilki, işin niteliği, diğeri ise fiziki yönü. Bu noktada odağımıza yeni bir kavram giriyor: Akışkanlık. Zygmunt Bauman’ın küreselleşme ve bireyselleşme üzerine temellendirdiği akışkan modernite tanımı, iş hayatı dahil birçok noktada neden durağan olmadığımızı bize gösterebilir. 3 yıldan fazla aynı şirkette çalışmanın artık başarısızlık olarak görülmeye başlanması, daimi bir değişim, dönüşüm ve inovasyon isteği, start-up kültürü de dediğimiz girişimcilik ikliminin ana akım bir iş anlayışına evrilmesi… Artık babasının şirketinde, babasının kullandığı hesap makinesiyle, yine babasının yaptığı işlerin aynısını yapma dönemi bizi kendine çekmiyor. 21. Yüzyılın sakinleri olarak farklı bir şeyler arıyoruz. İşe bakış açımız sabit, düzenli olmasından ziyade kendimizi gerçekleştireceğimiz, risk alacağımız ve genç yaşta başarılı olacağımız bir yöne çevrildi. Çok uluslu şirketler sayesinde bugün İstanbul ofisinde çalışıyor iken yarın Londra veyahut Sidney ofisine transfer olmanız işten bile değil. İşin fiziki yönünü incelemek için İstanbul güzel bir örnek. Matbaadan tekstile; gıda zincirlerinden, bilgi-işleme kadar pek çok sektörde çalışanlar, günlerinin büyük kısmını yollarda geçirmeye başladılar. Toplu taşıma sistemlerinin gelişmesiyle birlikte, her sabah Pendik’te uyanıp, Beylikdüzü’ndeki mesaisine yetişmeye çalışan insanların sayısı arttı da arttı. İstanbul’un göbeğinden geçen uzun metrobüs hattı; M1, M2, M3 diye numaralarla uzayıp duran, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen metro hatları; 15 dakikada bir Gebze’den Halkalı’ya kesintisiz bir şekilde yol alan Marmaray derken listemiz uzadı da uzadı. Hal böyle olunca zamanla, günde 4-5 saatini yolda geçiriyor olmak da gözümüzde normalleşti. Herhangi bir bağlamda hareketlilik denildiğinde hepimizin aklına ilk olarak nüfus hareketliliği geliyor. Özellikle son on yılda televizyonlarda, sosyal medyada, berber koltuğunda hatta altın günlerinde sık sık duyduğumuz göç kavramını biraz irdelemek gerekiyor. 2000 sonrası dünyadaki nüfus hareketliliğini görmek için bir animasyon hazırladığımızı düşünelim, göçen her insanı temsil etmek için bir nokta koyalım ve bu noktaları göç rotaları boyunca hareket ettirelim. Oynat tuşuna basıp hızlandıralım: Önümüzde vızır vızır hareket eden bir sürü nokta göreceğiz. Çünkü Uluslararası Göç Örgütü IOM’un raporuna göre, geçtiğimiz yirmi yılda dünyadaki göçmen nüfus 100 milyon artarak 272 milyona ulaştı. Bu %49 artışa denk geliyor. Şu anda dünyanın %3.5’i göçmen. Yani her yüz kişiden 3’ü doğduğu veya en iyi ihtimalle babasının doğduğu ülkeden farklı bir yerde hayatını sürdürüyor. Göçmenlerin tamamını mülteciler veya zorunlu göç mağdurları olarak değerlendirmek yersiz olur. Profesyonel amaçlarla göç etmiş beyaz yakalılar, beyin göçü, eğitim maksatlı göç ve aile birleştirme göçleri de 272 milyonun içinde.

Son birkaç aydır dünyanın farklı noktalarındaki kişilerle hayatımız hiç olmadığı kadar benzer hale geldi. Yıllardır küreselleşme diye bahsettiğimiz bu süreç çok ilginç bir viraj alarak hızlandı. Sebebi koronavirüs. Artık yaşadığımız kıta, hatta kısmen sosyal statümüz fark etmeksizin hepimiz evdeyiz. Hızlanarak birbirine yaklaşan dünya şimdi terse dönüp yavaşlayarak aynılaştı. Peki aniden gelişen bu izolasyon ve karantina süreci bizi nasıl etkiledi? Koronavirüs gibi bir belayla karşılaşmak tabi ki hiçbirimizin ajandasında yer almıyordu. Bu yüzden biraz hazırlıksız yakalandık. Pek çok eğitim kurumu alt yapılarını hızlıca yenilemek, hatta bazıları baştan oluşturmak, zorunda kaldı. İş sektörlerinden evden çalışmaya müsait olanların dahi bu değişim kararını vermesi günler aldı… Bunların hepsini haberlerden ve çevremdeki insanlardan duydum, ancak beni asıl alarma geçiren Google’ın yeni yayınladığı istatistikler oldu. Geçtiğimiz günlerde Google, kullanıcılarının konum bilgilerinden yararlanarak bir rapor yayınladı: “Koronavirüs Hareketlilik Raporu”. Raporda koronavirüs sürecinde ülke ülke hareketlilik değişimleri incelenmiş. Türkiye’de restoran, kafe, AVM gibi mekanlara gidiş konusunda %75; toplu taşımada %71 ve iş yerlerinde %45 oranında hareketlilik düşüşü gözlemlenmiş. Oranlar İspanya ve İtalya gibi virüsün çok daha yaygın olduğu ülkelerde %94’lere kadar çıkıyor. Üzerinde biraz düşününce, insan bu hareketlilik azalışının ne gibi görüntülere yol açtığını merak ediyor. İnternette ufak bir aramada ise sokakları bomboş New York’u, balıkçıların bile gelmeyi bıraktığı Haliç Köprüsü’nü, ördeklerin yüzmeye başladığı Venedik kanallarını görebiliyoruz. Sanki tüm bu görüntüler bir şaka programından ya da kıyamet filminden alınmış gibi. Ancak gerçek.

Koronavirüs yeterli oranda olmasa dahi insanlığın yakın tarihinde ilk defa bizleri evlerimize döndürdü. Artık bırakın Pendik’ten Beylikdüzü’ne üç saat çekip işe gitmeyi; yan mahalledeki markete gitmekten dahi imtina ediyoruz. Pek çok eğitim programı, konser, konferans ve miting iptal edildi. Herkes aynı etkiyi yaşamasa da insanların büyük bir kısmının hayatı yavaşladı ve hareketsizleşti. Özellikle yurtdışı ve yurtiçi seyahat gerektiren çalışma sektörleri değişimi iliklerine kadar hissetti. Elinde karton bardak kahvesiyle Londra uçağından Milano’daki toplantıya yetişmeye çalışan beyaz yakalılar şimdi evde laptop kamerasının karşısında işlerini yürütme derdindeler. Şehir şehir panelleri turlayan, akşamına İstanbul’a gelip tartışma programında arz-ı endam eden akademisyenlerimiz artık canlı bağlantılarla yetinmek durumunda kaldılar. İyi ya da kötü demek anlamsız ancak koronavirüsün bizi şaşırttığı ve dengemizi bozduğu bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Peki yıllardır emek emek oluşturup içine kurulduğumuz hareketlilik çağına vurulan bu darbe karşısında ne hissediyoruz? Kalbimiz ne durumda? Hafifledik mi, şaşkın mıyız, arada mı kaldık? Ve hepsinden de önemlisi, durağanlaştık mı? Hareket etme konusunda yavaşladığımızı Google’ın raporundan ve kişisel deneyimlerimizden anlıyoruz. Şaşkın, panik içinde ve depresif oluşumuzu da kısmen de olsa sosyal medya kullanımımızın artmasından, semptomlarımızı internette aratarak saatler geçirmemizden ve her gün koronavirüs hakkında tavsiye veren YouTube videolarının binlerce kez izlenmesinden görebiliriz. Ancak durağanlaşmak kavramının içini doldurduğumuz söylenemez. Çünkü durağanlaşmak, kapsamına yavaşlamayı, içe dönüşü ve sükûnet halini de alan geniş bir durum. Sadece ekonomide durağanlaşmak, sadece eğlence sektöründe durağanlaşmak ve türevleri bize istediğimiz anlam dünyasını sunmaktan çok uzak. Durağanlaşmak için önce fiziksel olarak yavaşlamak, bizi tüketen sorumluluk ve mekanlardan uzaklaşmak gerekiyor. Bu önemli olsa da yalnızca ilk adım. Hepimiz çok meşgulüz, o kadar ki hal hatır sormak bile yük oluyor bize. Dostlarımızın dertlerini dinlerken aklımızın bir köşesinde yapacağımız işler dönüyor da dönüyor. Farkında olalım ya da olmayalım, bin bir uyaranla dikkatimiz yerle bir ediliyor. Bu noktada ikinci olarak, zihinsel anlamda sakinleşmek ve düşüncelerimizin farkında olmak lazım. Fiziksel yoğunluğumuz ve hızımızı ne kadar azaltsak da zihnimizi boşaltmadığımız sürece tam anlamda durağanlığa erişemeyeceğiz. O kadar çok meseleyi, öylesine bir hızla düşünüyoruz ki bir andan sonra artık kendimiz bile kendimizi anlayamıyoruz. Üçüncü olarak ise ruhen dinginleşmek ve hislerimizle barışmak gerekiyor. Kendimize üzülme ve durma hakkını asla tanımadığımız bu çağda biraz dinlenmek, kendimize hak vermek ve hislerimizin sesini dinlemek kimseyi incitmez. Hatta ucu kendini bilme mertebesine çıkan bir yolculuğun bileti dahi olabilir.

Peki koronavirüs yüzünden evlere çekilmemiz, zihnen ve ruhen yavaşlamamıza ve dinginleşmemize yardım etti mi? Bizi daha huzurlu, kendiyle barışık insanlar kılma yolunda evde durmanın katkısı oldu mu? Bir yanda avukatların sosyal izolasyonda artan boşanma talepleriyle ilgili açıklamaları ve aile içi şiddet mağduru çocuklar, kadınlar, adamlar var. Böyle örneklere baktıkça iflah olmazlığımız geliyor aklımıza. Evde kalsak da dışarı çıksak da hep huzursuz, hep mutsuz olacağız herhalde diye düşünüyoruz. Öte yandan, ailesiyle daha çok ilgilenen babalar, çocuklarıyla oyunlar oynayan anneler, belki daha önce hiç olmadığı kadar sık görüntülü konuşma yapan dedeler görüyoruz. Bunun yanında evde kaldığı süre içinde temizliğe ve maneviyata verdiği önemi arttıran pek çok kişi var. Sosyal medya kullanımını hep eleştiriyoruz. Ancak bu süreçte sosyal medyayı faydaya çevirerek mükemmel “challenge”larla kendini ve çevresini iyiye motive eden birçok insan var. Elde bu kadar çok veri olunca karar vermek de zorlaşıyor. Tabi ki durağanlaşmak, o ya da bu nedenle dışarı çıkamadığımızda kendiliğinden gelişmiyor. Uğraşmak, özen ve ihtimam göstermek gerekiyor ki sakinleşip durağanlaşalım, içimize dönelim. Belki de bugünlerde en çok ihtiyacımız olan, virüs hakkında nutuk çekenleri değil; kendimizi dinlemektir. Belki de haberlerde dolaşıp kaygı seviyemizi arttırmaktansa düşündüklerimize odaklanmak, kendimizi sorgulayıp hesabaçekmek bize daha çok yardım edecektir. Koronavirüs bizi evlerimize döndürdü, evet. Peki yakalbimize? Kalbimize ne zaman döneceğiz?


*Elif Nuran Özgün: İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat ve Sosyoloji öğrencisi. Medya ve çeviri alanında çalışmalar yapıyor. Amatör okur, daimi gönüllü.

Leave a Comment