Murat Pay İle Dilsiz’in Dilinden
Röportaj: Elif Yavuz – Kübra Taşdemir
Dünya Prömiyerini 2019 yılında Bosna Film Festivalinde açan Dilsiz, aynı yıl Türkiye prömiyerini 7. Boğaziçi film festivalinde gerçekleştirdi. Festivallerde tam not alan Dilsiz filmi beyaz perdede 15 bine yakın seyirciyle buluşarak izleyicisinden yoğun ilgi gördü. Belgeselleri ve kısa filmleriyle tanıdığımız Murat Pay’ın ilk uzun metraj/kurmaca filmi olan Dilsiz‘in senaryosunu yazmak için yönetmen 2 yıl hat meşkettiğini ifade ediyor. Murat Pay bir söyleşide “geleneksel sanatlarımızla yüzleşmeliyiz ve bunları kayıp olarak görmemeliyiz” ifadelerini kullanırken yapımlarında geleneksel sanatları konu alarak unutulmaya yüz tutmuş kültürümüzü tekrar sinemada seyirciyle buluşturuyor. Klasik Türk şiirlerinin seslendirildiği müzikler filme farklı bir atmosfer katarken Hat sanatının az bilinen yönleri de filmde seyirciye sunuluyor.
Filmde ana karakter olan Sami’nin değişim hikayesi ninesinin ölümüyle başlamaktadır. Sami, kirasını ödeyip karnını doyursa ona yetecek işlerle hayatını idame ettiren biridir. Bütün bu hayatta kalma telaşı içerisinde ninesinin ölümünden sonra ona bıraktığı sandıkta hat yazılı bir kağıda rastlar. İlk başta maddi kaygılar ile ninesinden ona kalan bu parçaları satmayı ister. Fakat bu esnada o hat yazısında ne yazdığını öğrenir. Daha sonrasında ninesiyle geçirdiği anlardan çocukluğuna ait bir teyp kaydını dinlerken de denk geldiği aynı cümle Sami’de bir şok etkisi yaratır. “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen, Merdum-i dide-i ekvan olan ademsin sen”. Bu kağıt Sami’nin Hat sanatıyla kesişen yolunun başlangıç noktasıdır.
Bu röportajımızda Murat Pay ile Dilsiz filmi üzerine konuştuk.
- Bir film yapım şirketiniz var, Rasathane. Bu film şirketinizi kurmanızın temelindeki düşünce neydi, özel bir amacı var mı?
Şimdi orada bir tashih yapacağız (gülüyor). Film yapım sürecinde ilk çalıştığım şirket Kaplan Film’di. Orada Mâşuk’un Nefesi’ni yaptık. Rasathane Film, açılışında, kurulumunda bizzat bulunduğum bir şirketti. Fakat resmi bir pozisyonum olmadı. Beraber yola çıktığımız bir yapımcının, nasıl diyelim, himmetiyle kurulmuş bir şirketti. Burada iki tane film gerçekleştirdik: Mirâcciye: Saklı Miras ve Dilsiz. Daha sonra bir arkadaşımla birlikte Asabi Film şirketini ortak kurduk. Dolayısıyla sırasıyla üç tane şirket var durak olarak: Kaplan Film, Rasathane Film ve Asabi Film.
- Size ait olan yapımlarda mutlaka geçmişten bir iz ile karşılaşıyoruz. Geçmişten beslenirken dikkat ettiğiniz hususlar neler oluyor?
Geçmişten istifade etmek “Hadi bir şey yapalım ve geçmişten faydalanalım.” şeklinde olmuyor. Fakat sanatın herhangi bir alanıyla ilgileniyorum, hakkını vermek istiyorum veyahut sanatı kendi anlayışım çerçevesinde derinleştirmek istiyorum dediğimde karşıma geçmiş çıkıyor. Burada birazcık mecburi bir istikamet söz konusu, yani istesem de istemesem de. Ele aldığım konularla da alakalı biraz tabii ki. Bu arada karşıma geçmiş çıktığında onunla hemen doğru bir bağlantı kurmak da mümkün değil. Söz konusu bağlamı içeren üç film çektim ve filmlerin hepsi benzer sorunu yaşamıştır. Geçmiş yani hafıza dediğimiz şey burada, karşımda ama ben onunla nasıl konuşabilirim? Yani bir yandan ortada filme dönüştürebileceğim somut bir malzeme var, bir yandan da onunla nasıl diyalog, iletişim kurabilirim gibi bir mesele için çokça gayret göstermek zorundayım. Bugün eğer geçmişi bir şekilde muhatap alabiliyorsam, geçmişin geçmişte kalmış bir şey olmaktan çıkıp, bugünün bir parçası olması sayesindedir, diye düşünüyorum. Günün sonunda yaptığım işin mahiyeti beni bir şekilde hafızamdaki meselelere yani geçmişe sürüklüyor.
“İbnü’l vakt” dedikleri bir şey var mesela, zamanın, vaktin oğlu olma meselesi. Asgari beklenti coğrafya insanının, hafızasından, geçmişinden gelen birikimle vaktin oğlu olarak zamanın ruhunu yakalaması, ona uygun hareket edebilmesi. Ama bugün zamanın ruhuna uygun hareket etmek geçmişe saplanmak şeklinde de tezahür edebiliyor. Bunun farklı sebepleri var. Halbuki geçmişle daha sıhhatli bir ilişki kurulabilirse bugüne taşınanlar geçmiş olmaktan çıkıyor, taşınamayan veya geçmişte anlamlı olan şeyler de doğdukları yerde değerli bütünler şeklinde kalıyor. Yani bugüne gelen zaten geçmiş değil ama gelmeyen de artık benim meselem değil. Meselem değil derken onların şimdinin içinde geçmişte olduğu gibi yaşadığı vehmini taşımıyorum anlamında. Yoksa geçmiş kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı bir değeri pekala taşır ve bu, onunla özel bir iletişim kurabilme becerisini şart koşar.
Bugün eğer geçmişi bir şekilde muhatap alabiliyorsam, geçmişin geçmişte kalmış bir şey olmaktan çıkıp, bugünün bir parçası olması sayesindedir, diye düşünüyorum.
- Filmde de bir geçmiş var, geçmişten gelen bir şeyler geleceğe taşınıyor. Örnek verirsek Sami’nin bulduğu sandık. Anlattıklarınızla beraber o sahneler benim zihnimde daha net oturuyor.
Eyvallah. Sandık eğer Sami’nin hayatında bir hareketliliğe sebebiyet vermezse onu işe yaramayan bir geçmiş nesnesi gibi değerlendirmemiz gerekirdi. Ama sandık eğer onun şimdisine tesir ediyorsa zaten geçmiş olmaktan çıkıyor. Açıkçası geçmişle bağ kurup kuramadığımız konusunda cesur cevaplar üretebilmeliyiz, kanaatindeyim. Bugün insanlar mesele geçmiş olunca biraz bol keseden atıyor. Eğer geçmiş senin bugünkü hayatına tesir etmiyorsa, geçmişle düşündüğün gibi bir bağın zaten yoktur; ama varsa da bir şekilde ortaya çıkacaktır.
- Kurmaca filminiz olan Dilsiz’de başarılı bir iş ortaya koydunuz fakat verdiğiniz bir röportajda belgesele devam edeceğinizi söylüyorsunuz, bunun bir sebebi var mı?
Temelde bir ayrım yapmıyorum yani ikisi de kurmaca bence; belgesel film de, sinema filmi de. Sadece malzemelerini yoğurma şekli farklı. Günün sonunda kurmaca bir dünya inşa ediyorum; bu kaçınılmaz. Türkiye’de belgesel malzemeyle muhatap olmanın belli açılardan bir avantaj sağladığı kanaatindeyim. Kendi hafızamızla belki yüz yıldır, belli düzeylerde gel-gitli, bazen travmatik yaşanan bir ilişki biçiminde ciddi bir imkan sunuyor. Eğer onu dönüştürmeye talip olmadığınız müddetçe kulağınıza bir şeyler fısıldayabilir. O malzemeyle doğru iletişim kurmayı becerebilirseniz bugüne dair size ne söylediklerini duyabilirsiniz. Hülasa benim zihnimdeki sorular beni belgesel ya da kurmacaya yönlendiriyor. Yani illaki şunu seçiyorum ya da bunu yapıyorum diye bir tercihte bulunmadım şimdiye kadar.
- Türkiye’de yerleşmiş belgesel tanımıyla sizin çektiğiniz belgeseller farklı onu görebiliyorum. Bizde bir belgesel kültürü yok aslında hep tek tipleştiriyoruz genelde.
Evet, bunun bir sebebi televizyonlardan edindiğimiz bir belgesel tanımı, ikincisi belgeselin kurmacaya göre belli oranlarda daha zahmetli bir iş olması. Mesela bir belgeseli “hakkıyla yapacağım” dediğinizde yapım aşamasına getirebilmek için birkaç sene yoğun çalışmanız gerekebilir. Bir de bunun yapım süreci var. Dolayısıyla büyük bir konfor alanı talep ediyor bu tarz işler. Var tabi böyle işler yapanlar ama fazla değil.
Kendi hafızamızla belki yüz yıldır, belli düzeylerde gel-gitli, bazen travmatik yaşanan bir ilişki biçiminde ciddi bir imkan sunuyor. Eğer onu dönüştürmeye talip olmadığınız müddetçe kulağınıza bir şeyler fısıldayabilir. O malzemeyle doğru iletişim kurmayı becerebilirseniz bugüne dair size ne söylediklerini duyabilirsiniz.
Dilsiz filminin senaryosu için 2 yıl hat meşk etmişsiniz. O süreci biraz anlatabilir misiniz nasıl geçti ve senaryo sürecine katkısı nasıl oluştu?
Aslında projeyi ilk etapta bir belgesel film şeklinde düşündük. Bir belgesel fikriyle yola çıktık ama sonradan ortaya çıkan metin kurmacaya döndü. Geçmiş bir birikimi filme dönüştürdüğünüzde ister istemez ona dair belge malzeme de filme bir şekilde dahil oluyor. İlk başta okumalar yaptım, görüşmeler gerçekleştirdim ama senaryo konusunda ilerleyemedim yani senaryo kilitlendi. Bu sefer “Acaba konuyu daha iyi anlamak için ne yapmalıyım?” diye bir soru sordum kendime. Filmin de danışmanı olan hattat Cavide Pala hocayla tekrar görüştüm. Film odaklı hat meşk etmek istiyorum, dedim. Yani meseleye biraz nüfuz etmek için. Hat meşkine başlayınca o duran senaryo süreci yavaş yavaş yürümeye başladı. Aslında yazılamayan bir senaryonun tekrar kağıda dökülmesinin anahtarı oldu meşk.
- Bağlar çözüldü yani.
Yani evet işin içine girdikten sonra yazıldı. Bazen öyle olur, kilitlenir. Onu aşmak, açmak için bir anahtar lazım gelir. Sezgisel bir karardı ama doğru olduğunu düşünüyorum. Bir de bu tarz meslekleri konuşarak veyahut gözlemleyerek anlamak aslında pek de mümkün değilmiş. Dışarıdan soyut kavramsal bazı yorumlar yapılabilir tabii ki ama işin içine girmek sanki elzem. Çünkü hiç bilmediğim bir dünyaydı benim için. Diğer projelerde, müzikle ilgili filmlerde de kısmen benzer bir yöntemi takip ettim. İşin içine girmeye çalıştım.
- Filmde biz Sami’nin de bir öğrenci olduğunu görüyoruz. Sami ile kendinizi yakın bulduğunuz yerler var mı veya kendinizden Sami’ye kattığınız bir şey var mı?
Hepimiz Sami’yiz, diyeceğim ama olmayacak (gülüyor). Tabii ki muhakkak vardır. Sonuçta senaryoyu arkadaşla düşünürken tartışırken süzgecimizden geçirerek onu kelimelere döküyoruz. Yani bizden parçaların olması doğal. Sami’yi anlatıyoruz ama bir yandan da Sami’leri anlatıyoruz. Talip olduğumuz aslında öncelikle bir insanı anlatmak sonra Sami’leri anlatmak sonra bunu Sami üzerinden perdeye aksettirmek. Ben Türkiye’de çok Sami olduğunu düşünüyorum. Erkek kadın ayrımı yapmıyorum. Ben de onlardan bir tanesi olabilirim.
- Filmde karakterlere verilen isimler, Tahir karakterinin giydiği hırka, günümüz olaylarının geçmişe bağlanmasına kadar tüm oluşumlarda pek çok tarihsel, sanatsal, kültürel ve manevi katmanlar mevcut. Her ayrıntı tek tek özenle düşünüldü mü yoksa kendiliğinden mi oluştu veya seyirci olarak biz mi gereğinden fazla anlamlandırıyoruz?
Film sonuçta artık seyircinin. Seyirci onu istediği gibi yorumlayabilir. Seyircinin içine girebileceği bazı kapı aralıkları bırakıyoruz ama sonrasında seyircinin hangi istikamette yürüyeceğine karışmıyoruz. Bahsi geçen bütün detayları elbette düşünüyoruz ama bunların nihai akıbeti benim için de bir muamma. Yani ben de her zaman “Şu nasıl olurdu, nasıl olmalı, nasıl olacak?” sorularına net cevaplar vermeyi tercih etmiyorum. Şöyle bir çizgide kalıyoruz genelde. En azından ben böyle çalışıyorum. Meseleyle alakalı bütün her şeyi masaya getiriyorum, yayıyorum ve sonra onlar arasında hikayeye uygun olacak parçaları ayıklıyorum. Bahsettiğiniz katmanlar da bu evrede kendiliğinden bazen bizim hayal gücümüzü de zorlayacak şekilde belirmeye başlıyor.
Talip olduğumuz aslında öncelikle bir insanı anlatmak sonra Sami’leri anlatmak sonra bunu Sami üzerinden perdeye aksettirmek. Ben Türkiye’de çok Sami olduğunu düşünüyorum. Erkek kadın ayrımı yapmıyorum. Ben de onlardan bir tanesi olabilirim.
- Filme baktığımızda her bir karakter ayrı bir dünya. Tahir karakteri tamamen arka planını çok merak ettiğimiz ama göremediğimiz birçok olayın barındığı bir karakter.
Dediğim gibi, biz düşünüyoruz kapı aralıyoruz fakat mutlak anlamda sınırlandırmıyoruz. Tahir’in hikayesinin geçmişe dönük nasıl olduğunu ben de merak ediyorum. Tabi ki de Tahir karakterini biz çiziyoruz, bugün geldiği noktayı anlatıyoruz ama geçmişte neler yaşamıştır sorusu benim için de bazı belirsizlikler taşıyor. Tahir karakterinin bir filmi yapılabilir. Belki ilerde yaparız, niye olmasın. Tahir’in hikayesini seyretmek isterdim birisi çekmiş olsa (gülüyor). Selma da bence ilginç bir karakter. Filmde tamamlanmamışlığı eksiklik gibi yorumlamıyorum. Seyirciye de bir şey bırakan bir tamamlanmamışlığın seyircinin filmle kurduğu rabıtayı güçlendirdiğine inanıyorum. Sınırlar çok net çizildiğinde seyirci açısından düşünecek fazla bir şey kalmıyor. Yani filmin seyircide bıraktığı iz hızlıca kaybolmaya başlıyor.
- Filmin sonu da aslında ucu açık bir şekilde bitiyor bence. Her sahne hep böyle bir soru işaretiyle bitiyor.
Eşref’in nereye gittiğini biliyoruz, Tahir’in akıbetinden haberdarız, Selma’nın da sonu az çok belli. Sadece baş karakterin ne yapacağı ile alakalı net bilgiler yok. O da finalde türbeye tekrar gittiği için hat sanatını herhalde bırakmayacaktır yorumuna taşıyor bizi. Ama belki iki sene sonra bırakacak (gülüyor). Orasını bilemiyoruz, bu işlere hep böyle heyecanla başlanır. O yüzden Sami’nin değişimden önceki evresini yani o aralığı anlattık daha çok; değişimini anlatmadık zaten. Değişim noktasına gelene kadarki olan kısmını perdeye yansıttık. Değişti mi, değişmedi mi, değişir mi? Yani bugünün insanı, çok heyecanlı bir şeye başlar ama altı ay sonra bırakır. Sami’nin durumu böyle olabilir; bilemeyiz. Filmin şöyle bir sonu vardı; çektik ama kurguda çıkardım. Sami kuşu alıyor babaannesinin mezarına gidiyor. Köyüne Safranbolu’ya geri dönüyor babaannesinin mezarını ziyaret ediyor. Filmin finali böyleydi aslında, ilk düşündüğümüz finali. Mesela şimdi düşünüyorum kurgu tekrar yapsam, belki bu finali tercih edebilirim. Ama muhtemelen öyle bir final tercih etsem filmin soruları da değişirdi.
Bütünde karakter değişimin başında; değişmiş değil henüz. Bahsettiğimiz belirsizlikleri naif ve filmin anlam dünyasını derinleştirecek yoğunlukta bırakabilirsek, bu durum filmin avantajına dönüşebilir. Diğer türlü ‘Selma ne yaptı?’, ‘Eşref ne dedi?’ gibi düz soruların cevaplarının peşinde takılı kalmanın pek bir önemi yok. Daha doğrusu bu soruların filmin yüzeydeki katmanına seslendiğini bilmek, filmin derinleşen katmanı için farklı adımlara ihtiyaç olduğunu benimsemek önemli.
Sami’nin değişimden önceki evresini yani o aralığı anlattık daha çok; değişimini anlatmadık zaten. Değişim noktasına gelene kadarki olan kısmını perdeye yansıttık. Değişti mi, değişmedi mi, değişir mi?
- Su ve ayna metaforlarının eserlerinizdeki anlamı nedir?
Olabilir. Mesela su meselesinin filme dahli muhtemelen Safranbolu’yla da alakalı. Safranbolu bize böyle bir ilham verdi. Ayna ise benim genel anlamda ilgi duyduğum bir nesne. Son yaptığımız filmde de aynadan geçilmiyor. Ayna, okuduğum metinlerde sık karşılaştığım ben de belirsiz hisler bırakan doğurgan bir zemin. Yani sormak istediklerimi kucaklayan bereketli bir zemin…
- Ne sormak istediniz?
Sonuçta ayna Sami’nin kendisine baktığı bir yer. Sami’nin kendine bakmasına imkan vermesi bana cazip geliyor. Yani kaybolması, ‘hiç’ olması o kadar da mesele değil. Çünkü bazen sezgisel bir şekilde “Aynada bir de kaybolsa acaba nasıl olur?” diyorsunuz ve öyle karar veriyorsunuz. İyi hissediyorsanız o şekilde uyguluyorsunuz. Demek istediğim bazı tercihlerin gerekçesi bu kadar basit. Sonrasında film seyircinin. İzleyen kişi onu istediği gibi yorumlayabilir, yani kim engelleyebilir ki.
- Filminizi her şey bittikten sonra izlediniz mi?
Bir iki festivalde izlemek durumunda kaldım ama çok tercih etmiyorum. Normal şartlar altında bir filme, kendi filmlerim de dahil, seyirci gibi muhatap olmayı seviyorum. Sadece kendi filmlerimde biraz daha zaman geçmesi ve araya mesafe girmesi gerekiyor. Mesela şu an başka bir filmle uğraştığımız için Dilsiz’den biraz uzaklaştım. Geçenlerde fragmanına denk geldim “Bazı yerleri fena değilmiş ama şuraları da olmamış.” dedim (gülüyor) seyirci olarak bakınca. Filmi çektikten sonra değişik vesilelerle yüzlerce kez seyrediyorum ve filmin her karesiyle uğraşıyorum. Hatta filmin dünyasına bu kadar girdikten sonra benim sosyal hayata dönmem bile zorlaşıyor. Çünkü filmin diyalogları kafamda sürekli dolaştığı için bir bakkala gidip çok basit bir şey söylerken bile düşünüyorum. Aslında insan gündelik diyaloglarını düşünmeden kurar genelde. Ama film yapım sürecinde benim için işler biraz karışıyor.
Ayna, okuduğum metinlerde sık karşılaştığım ben de belirsiz hisler bırakan doğurgan bir zemin. Yani sormak istediklerimi kucaklayan bereketli bir zemin…
- Oyuncuları neye göre tercih ettiniz? Oyuncuları seçtikten sonra onlarla bir süre vakit geçirdiğinizi öğrendik. Bunun sebebi nedir?
Bu yöntemi her zaman uygulamak mümkün değil, onu söylemeliyim baştan. Bir oyuncuyu seçerken veya değerlendirirken senaryodaki karakterin sahip olduğu geçmişle, oyuncunun gerçek hayattaki geçmişinin bazı yerlerde kesişmelerine dikkat etmeye çalışıyorum. Bu bana oyuncunun senaryodaki rolü sahici oynama potansiyeline dair bir fikir veriyor. Özellikle ana oyuncuları seçerken buna dikkat ediyorum. Senaryodaki karakterin hikayesiyle oyuncunun kendi karakterinin hikayesinin belli yerlerde kesişmesini özellikle arıyorum. Bunun için oyuncu ile tanışıyoruz, konuşuyoruz, gerekirse birden fazla görüşüyoruz. Bazen zaman geçirmek de gerekiyor. Biraz belgesel geçmişimden edindiğim bir tecrübe ya da alışkanlık bu. “İyi bir oyuncu her rolü iyi oynar.” diyebiliriz ama bu yöntemle ‘Bazı oyuncular bazı rolleri daha iyi oynar.’ keşfini yapmak mümkün.
- Mim Kemal Öke’ye bir rol gideceğini ve onun oyuncu olarak görülmesi beklenmedik bir şey.
Film için aldığım en büyük risk Mim Kemal hocaydı. Bunu Mim Kemal Hocaya da söyledim, “Benim en büyük kumarım sizdiniz.” diye. Hoca da elinden geldiği kadar hakkını verdi. Filmin dünyasının Mim Kemal Hoca ile kesişen birçok tarafının olduğunu düşünüyorum.
- Müzik de burada çok önem taşıyor. Sedat Anar’ın olduğu sahne, Şeyh Galib’in şiirlerinin bestelendiği şarkılar… Tamamen bir bütünlük oluşturmuş.
Şeyh Galib’in bir beytini filme koyduktan sonra bunun kantatla örtüşmesi anlamlıydı. Önceden bestelenmiş, icra edilmiş bir müziği filme taşıdık. Filmin duygu dünyasıyla onları yaklaştırmaya çalıştık. Eserler güfte ve beste açısından güçlü. Onlarla film arasında bir uyum yakalamak kolay değildi. Biz Salih’le (filmin müzik dünyasını kuran arkadaş) filmden önce bir ses senaryosu yazmıştık. Yani filmin ses dünyasını, müziklerini istişare etmiştik. Nasıl bir şey olabilir, hangi duyguların peşine düşülebilir, bu duygular neleri temsil edebilir? Sonra yavaş yavaş filme hangi enstrümanlar eşlik etmeli derken filmin müzikal dünyası somutlaşmaya başlıyor. Salih (Salih filmin jeneriğinde mahlas kullanıyor.) ve Ali’nin katkısı büyük bu süreçte. Yani sadece bana kalmış olsaydı bu kadar güçlü bir müzikal dünya kuramazdım.
Bir oyuncuyu seçerken veya değerlendirirken senaryodaki karakterin sahip olduğu geçmişle, oyuncunun gerçek hayattaki geçmişinin bazı yerlerde kesişmelerine dikkat etmeye çalışıyorum.
- Filme ait bir de kitap mevcut. Dilsizin Dile Gelişi kitabında okuyucu filmden farklı olarak ne ile muhatap oluyor?
Öncelikle geçmişe iz bırakmak gibi bir düşüncem oldu. Bunu söylemeliyim. Filmin çekim aşamasındaki senaryosunu aynıyla kitaba koyduk. Sebebi filme meraklı kişilerin çekim öncesinde senaryo ne idi, sonrasında ortaya ne çıktı mukayesesini yapabilmelerini sağlamak. İkincisi sadece kitap için yazılmış makaleler, yazılar var. Mesela Hüseyin Etil’in yazısı filmin benim de göremediğim boyutlarını tespit etmesi ve Türkiye’deki yerini konumlandırması açısından değerliydi. Tabi öncelikle kitabın editörü Cemal Şakar’ın emeği büyük. Albaraka yayınlarından Ahmet Faruk Bey’in kitabı basmayı kabul etmesi ayrıca kıymetli. Günün sonunda senaryo, özel röportajlar, kitap için yazılmış yazılar, basında çıkmış yazılardan seçkiler, film için aldığım notlardan oluşan bütünlüklü bir kitap ortaya çıkmış oldu.
- Sizin için önemli insanlar ya da filmler var mıdır? Söyleyeceğiniz isimlerin etkilerini yapımlarınızda görebiliyor muyuz?
Ahmet Uluçay bende biraz iz bırakan bir isim. Aynı tarzda film yapmıyoruz kesinlikle. Onun filmi yapma eylemine dönük tavrı benim açımdan kıymetli. Onun haricinde Hasan Aycın’ı önemli buluyorum, muhtemelen yönetmenlerden daha fazla katkıda bulunmuştur bana. Ayşe Şasa’nın anlamlı katkıları olmuştur. Mesela mimar Mehmet Öğün, yazar Cemal Şakar gibi istifade ettiğim sanatçılar da var. Nedense ben de iz bırakan isimler daha çok sinema alanı dışından…
Filmin çekim aşamasındaki senaryosunu aynıyla kitaba koyduk. Sebebi filme meraklı kişilerin çekim öncesinde senaryo ne idi, sonrasında ortaya ne çıktı mukayesesini yapabilmelerini sağlamak.
- Son olarak da film yapma heyecanı olan gençlere ne söylemek istersiniz?
Şu an aslında geçiş dönemindeyiz. Film yapma şekillerinin, araçlarının, ilişkilerinin değiştiği bir evredeyiz biraz. Arkadaşların gerçekten neden film yaptıklarını kendilerine sorup buna samimi cevap vermelerinde fayda var diye düşünüyorum. Yani filmin sahne cazibesine mi kapılıyorlar yoksa meslek olarak mı film yapmak istiyorlar? Haricinde peşini bırakmadan sabırla yürümek lazım. Bir de alanın zanaat yönüyle bir tarafını kavramak, tutmak önemli. Hatta ilk etapta yönetmenlik olmayabilir bu; senaryo olabilir, görüntü yönetmenliği, kurgu, ışık, ses olabilir… Böylece film yapımının bütün inceliklerini gözlemleme şansı doğabilir, alanda nasıl ilerlenebileceğiyle ilgili fikirlere ulaşılabilir. Bir de merak edilen bazı yönetmenleri bütün filmografileri eşliğinde, iyi kötü demeden takip etmek faydalı. Bu sürecin de öğretici olduğunu düşünüyorum. Çok da büyütmemek lazım film işini. Yani filme olduğundan fazla anlam da yüklememeli. Hayatın kendisi filmden çok daha kıymetli. Bazen filmin hayatın kendisinden beslendiğini unutabiliyoruz çünkü. Film yapmak kesinlikle uzun yol şoförlüğüne benziyor. Sabır işi biraz, birkaç yıla yayılan değil de onlarca yıla mal olan.
- Teşekkür ederiz bizimle paylaştıklarınız için.
Ben teşekkür ederim.
1999 yılında Elazığ’da doğdu. 2022 yılında Üsküdar Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitede Adli Bilimler lisans bölümüne devam etmektedir. İLEM kurumunda İLEM Blog sorumlu stajyeri olarak görev almaktadır.
1998 yılında İstanbul’da doğdu. FSMVÜ Bilim Tarihi bölümünü ve İLEM Eğitim Programı’nı 2021 yılında tamamladı. Şu an İTÜ’de Bilim ve Teknoloji Tarihi alanında yüksek lisans eğitimine devam etmekte ve İstanbul Medeniyet Üniversitesinde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır.