Müslümanlık Mân’i Terakki Değil, Zâmin-i Terakkidir

TERAKKİYİ SORGULAMAK: ELMALI’NIN “MÜSLÜMANLIK MÂNİ’İ TERAKKİ DEĞİL, ZÂMİN-İ TERAKİDİR” MAKALESİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME*

Modernleşme döneminde Müslüman düşünürlerin hemen hepsini “modernist” ve “pejoratif” olarak yaftalayıp onların bütün yapıp etmelerinin “modernitenin önermelerini, fikirlerini İslam’a giydirmek” olarak değerlendiren yaklaşım Türkiye’de giderek yaygınlaşmaktadır. Bundan dolayı Elmalı’nın bu makalesinin, başlığına bakılınca hemen özür dileyen ve modernitenin değerlerini basit bir “bizde de var” kompleksiyle meşrulaştıran bir eser olduğu zannedilebilir. Ancak hakikat hiç de öyle değil. Biz bu kısa değerlendirmede bir taraftan Elmalı’nın makalesinin önemli noktalarına değinirken diğer taraftan maalesef giderek yaygınlaşan mezkûr yaklaşımın neden ilmi anlamda yanlış; düşünsel ve toplumsal anlamda Müslümanlar için zararlı olduğunu göstermeye çalışacağız.

Elmalı, her şeyden önce terakki kavramı üzerinde durulmasını, sorunsallaştırılması gerektiğini söyler ve özetle şunu belirtir: mutlak bir terakki fikri ve ideal bir terakki şekli yoktur. Terakki fikri fertlerin ve toplumların durduğu ve varmak istediği yere bağlı olarak değişir. Bize göre terakki “faziletlere ve güzelliklere ulaşmayladır” diyen Elmalılı, dini terakkiye mani olarak görenlerin terakkiden asıl anladıklarının şehvetlere rahat ulaşma olduğunu belirtir. Bu yaklaşımın aynı zamanda son derece bireyci olduğunu belirten Elmalılı, bunun sonucunun bireyin mutluluğu ve zevkleri için toplumun saadetinin feda edilmesi olduğunu söyler. Dolayısıyla birey ve toplumun terakkisi için asıl olan faziletleri yaymak ve güzelliklere ulaşmayı kolay kılmaktır ki bunu da en mükemmel bir şekilde İslam yapar. Nihayetinde terakkiden iyi bir şey anlaşılıyorsa, bu en güzel haliyle İslam’dadır ve bunun bir çok delili vardır.

Elmalı’ya göre İslam’ın bunu sağlamasındaki başarısı, kaynağının İlahi olması, tek tek fertlerin kalbine yerleştirdiği iman (akide) ve sağladığı ahiret tasavvuruyla mümkün olmaktadır. Temelinde marifetullah, peygamberliğin tasdiki ve ahiret inancı bulunan İslam’a derin bir şekilde inanmak, ferde ruhi bir kudret bahşeder. İman bu kudreti bahşederken Müslüman, beden ve mal ibadetleriyle bu kuvveti ve şuuru sürekli diri tutar. Bu iki esas birleştikten sonra İslam’da asıl onu diğer dinlerden ve düşüncelerden farklı kılan özellik gelir: Akla ve ilme hissiyattan daha fazla önem veren bir din olan İslam’da kesb-i ilme ve marifetullaha sürekli bir şekilde teşvik vardır. Bu şekilde iman, ibadet ve ilmin (marifetin) birleştirmesiyle İslam ferde büyük ruhi kuvvetler bahşeder. İslam’ın bahşettiği bu kudretlerin çok olduğunu ve kendisinin sadece birini zikredeceğini belirten Elmalılı, tevekkülün (ifâ-yı vazifede Allah’a itimad ve istinad etmek) insanın iradesini daha güçlü kılıp onu diğer kullara ve tabiata kulluktan kurtardığını; böylece insan haysiyetini koruduğunu ortaya koyar. Bu insan kibir sahibi olmadığı gibi aciz ve güçsüz de değildir, mağrur olmadığı gibi zilleti ve zulmü de asla kabul etmez.

Peki sadece kendine güvenip bir İlaha itimat etmeyen insan daha güçlü olmayacak mıdır? Elmalılı’ya göre olmaz; çünkü bu insanda zaten vazife ve fedakarlık bilinci olmaz. Bu anlamda hürriyet, vazife ve sorumluluk arasındaki ilişki Said Halim Paşa’da olduğu gibi Elmalılı’da da birbirine bağlı ve tamamlayıcı kavramlardır. İki düşünüre göre de gerçek anlamda hürriyet sadece gereği gibi yerine getirilen sorumluluklar ve hakikatiyle ifa edilen vazifeler varsa anlamlı ve güzel olur. Bütün bunları sağlaması açısından tevekkül imanın bahşettiği önemli nimetlerdendir. Ancak bunun yanında tevekkülle “itikâl”in ayrıştırılması gerekir: biri Hak Teala’nın övdüğü ve beşeriyet için faydalıyken diğeri zillet ve meskenet getiren zararlı bir şey olduğu için Kuran ve sünnet tarafından kerih görülmüştür. Tevekkül başta acılı, zor günler olmak üzere her zaman fert için bir güç ve dayanak noktası olması itibariyle hayati öneme haizken itikâl tembellik ve Allah’ın muradını anlamamak, aldanmaktır. Bu açıdan itikâl  hem fert hem de cemiyet açısından zararlıdır. İşte,  itikâle değil tevekküle, zillete değil izzete, tembelliğe değil çalışmaya, cehalete değil ilme ve bencilliğe değil fedakârlığa yönelmeyi iman-ibadet ve ilimle mümkün kılan İslam’ı kabul etmiş fertler, toplum içinde bireysel zevklerinin peşinde koşmak yerine fedakârca, vazife bilinciyle iş yaparlar. Böylece iman ve ahiret tasavvuru bireyin saadetini temin ederken fedakarlık ve vazife bilinci toplumsal saadeti mümkün kılar. Aksi durumda kulluk bilincinden mahrum, birey merkezli bir tasavvura mahkum olunacak; bu da kibirli ve bencil bireylerden müteşekkil huzursuz bir toplum anlamına gelecektir.

Bu hakikatlere delil olarak bazı ayet ve hadisler zikreden yazarımız, sonrasında bu düşünceleri sadece fikir ve inanç olarak beyan etmenin yetersiz olacağını söyler. Buna göre herhangi bir fikrin gücünü veya bir inancın kemâlini teorik olarak bazı delillerle ortaya koymak gerekliyse de tek başına yetersizdir ve asıl yapılması gereken bu faziletlerin pratiğe nasıl ve ne kadar aktarılabildiğine bakmaktır. Bu düşünceyle İslam toplumunda bu hakikatlerin ve faziletlerin gerçek zaman ve uzam içinde nasıl tahakkuk ettiğini bir kaç örnekle anlatır.  Bundan sonra İslam’da toplumsal ve siyasal bazı temel kaidelere işaret eden Elmalılı’ya göre toplumsal ve siyasal anlamda en önemli ve vazgeçilmez ilke adalettir. Bu bölümde “Bir saat adalet yetmiş sene ibadetten hayırlıdır” hadisini nakleden Elmalılı, kavramı kullanmadan bir kapitalizm eleştirisi yapar. İslam’da malların bir kaç el arasında dolaşması naslarla zemmedilmiştir. Ayrıca zekatı farz kılmakla İslam diğer hiç bir dinin yapmadığı yapmıştır: zenginin malında fakirin hakkı vardır anlayışını yasalaştırarak toplumsal eşitsizliğin önüne geçtiği gibi yardım eden zengine bunu bir vazife kıldığı için fakirin haysiyetini de korumuştur. Zengin malın mutlak sahibi değildir ve istediği şekilde tasarrufta bulunamaz; fakirse orda mutlak ve tartışılmaz bir hak sahibir. Peki, İslam’a rağmen Müslümanların son iki üç asırdır yaşadıkları zillet durumu ve toplumsal anlamda görülen ahlaki zafiyetleri nasıl açıklayacağız? Bunun sebebi Elmalılı’ya göre açıktır: Müslümanlar İslam’ın ruhundan uzaklaşmışlarıdır. Ancak bu o ruhun yeniden yakalanamayacağı anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle eğer bir tedenni, bir irtifa kaybı varsa Müslümanlar arasında, bunun sebebi onların İslam’ın ruhundan uzaklaşmış olmalarıdır ve sadece o ruhu yeniden yakalamakla gerçek bir dirilme, terakki olacaktır. Bu yüzden de çareyi İslam’ı terk edip Batı medeniyetine katılmakta bulanlar gaflettedirler.

Makaleyi okuyan herkesin fark edeceği gibi, söz konusu makale aslında çok yoğundur ve burada zikredemediğimiz bir çok farklı konuya değinmektedir. Ancak biz sadece belli konular üzerinden ve terakki meselesini ele alış biçimini özetleyerek başta zikrettiğimiz ve sadece Elmalılı’yı değil Muhammet Abduh’dan Said Halim Paşa’ya ve Mehmet Akif’ten Seyit Kutub’a kadar bütün bir dönemin Müslüman düşünürlerini “modernist” diye yaftalayan yaklaşımın ilmi anlamda yanlış olduğuna işaret etmeye çalıştık. Hakikaten de kısaca zikrettiğimiz bu idrakin ve yaklaşımın neresi modernist diye sormak gerekmez mi? Bu gün bu eseri okuyunca, aydınlanma ve ilerlemenin mutlak bir formunun olduğu ve bunun da Batılı olduğu fikrinin özellikle Batı dışı toplumlarda neredeyse hiç sorgulanmadığı[1] bir dönemde Elmalılı’nın bu şekilde eleştirel ve özgüven sahibi bir duruş sergilemesini mutlulukla selamlamak dururken, onun ve çağdaşı Müslüman düşünürlerin fikirlerini hemen “modernist” diye yaftalamak ilme ve hakikate haksızlık olmaz mı? Ayrıca bu yaklaşım hakikate uygunluk açısından ilmi olmadığı gibi son derece indirgemeci olduğu için bu düşünürlerin eserlerinden istifade edip Müslümanlar olarak daha sahih bir fert ve toplum tasavvuruna sahip olmamızı da engellemektedir. Sahih bir yaşayış için doğru bir kavrayış şart olduğuna göre mezkur yaklaşım toplumsal anlamda da zararlıdır. Bu yaklaşımın yanlış olup modernleşme dönemi Müslüman düşünürlerin eserlerini yeniden ele almamız gerektiği ortaya koyması açısından bu makale son derece önemlidir.

* Elmalı M. Hamdi Yazır, Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler. Hazırlayan A. Cüneyt Köksal, Murat Kaya.  Klasik Yayınları, s. 261-282

[1]  Kuşkusuz o tarihlerde Nietzsche ile başlayan aydınlanma ve temel ilkelerine yönelik kuşkulu yaklaşımlar vardır ve Heidegger, Frankfurt okulu düşünürleri gibi çeşitli isimlerden farklı noktalarda eleştiriler ortaya çıkmakta; bu düşünürler aydınlanma mitini sorgulamaktadırlar ancak bu kesinlikle ana akım düşünce değildir ve büyük oranda aydınlanma ve ilerlemeye iman devam etmektedir

Leave a Comment