Nasıl Bir Devlet?

Nasıl Bir Devlet?, Abdulvahhab el-Efendi, Cev. Hasan T. Kösebalaban, İlke Yay. İstanbul, 2009, 2.baskı

Abdulvahhab el-Efendi tarafından kaleme alınan ‘’nasıl bir devlet?’ kitabı, modern anlamda devlet anlatımını tarihsel bir açıdan ele alarak, kalıplaşmış birçok düşünceye yönelttiği eleştiriler ile ‘İslami Devlet’ tartışmasını modern dönem ekseni ile tartışmaya açmaktadır. İçerisinde İbn-i Haldun, Hobbes, Locke, Hegel ve Marks gibi düşünürlerin ‘devlet’ fikirlerinin de bulunduğu kitap altı bölümden oluşmakta ve devlet tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmaktadır.

Kitabın birinci bölümü, modern devletin doğuşu ile başlamaktadır. Modern devletin Müslümanlar açısından asıl probleminin,  bu devlet tarzının anormal olan tabiatından kaynaklandığını belirten yazar, Harry Eckstein’in görüşlerine yer vererek ‘’ Modernlik öncesi dönemde var olan  devletlerde bütünlük hissinin  Allah, İmparator fikri ve doğal düzen inancıyla sağlandığını, inşa halinde olan kuralsız, tanrısız  modernlik dünyasında bir devlet ihtiyacının olduğu ve devlet dışında görkemli bir şey bırakılmadığı’’[1]nı aktararak modern devletin kuruluş amacını bir nevi özetlemektedir.

Müslümanların, uzun süredir uykuda olduğunu ve uyandığında bu modern devlet ile yüzleşmesinin birtakım yansımalarından söz eden el-Efendi, İslam düşünce tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan İbn-i Haldun’un devlet anlayışı üzerine eğilerek bir takım sert eleştiriler getirmektedir.

İbn Haldun’un devlette dini güdülerin rolü ve konumu hususundaki görüşlerinin zaman zaman muğlaklıktan nasibini aldığını iddia eden El-Efendi, İbn Haldun’un, bir yerde O, peygamberlerin bile asabiyetsiz başarılı olamayacağını söylediğini, başka bir yerde ise İbn Haldun’un devletlerin güçlenmesi açısından dinin de bir rol oynadığını da kabul ettiğini belirtmektedir.

Ancak burada bir muğlaklıktan söz edilmesi mümkün değildir. Çünkü İbn Haldun asabiyeti, temel teşkilatlanma noktasında devletin oluşmasında etkin bir rol sahibi olarak görür. Nitekim Mukaddime’de var olan ‘’Hiçbir toplum asabiyetini oluşturmadan devlet kuramaz, hatta yaşamını bile sürdüremez. Asabiyeti oluşmayan toplumlar en ufak bir zorlama karşısında dağılmaya mahkumdurlar.’’[2]  sözleriyle de asabiyetin varlığının önemi üzerinde durmuştur.

Dinin ise, asabiyetle kurulan devletin idamesi için etkin bir güç olduğundan söz etmektedir. Yani burada herhangi bir muğlaklık değil, aksine birbirini destekleyen iki kavram üzerinde durulmuştur.

İbn Haldun eleştirilerine devam eden El-Efendi, Machiavelli damarının İbn Haldun düşüncesinde bulunabileceğini iddia etmektedir. Bunu ise İbn Haldun’un asabiyet ve devletin din ihtiyacından çıkarımları ile iddia etmektedir. Machiavelli, modern siyaset kuramının en önemli kurucularından sayılan önemli bir politikacıdır. Onun düşüncesine göre ‘’ Devletin başına gelebilmek için her yol, ahlaka uygun olmasa bile meşrudur.’’[3] Sadece bu kadarlık bir kısma baktığımız takdirde dahi büyük İslam düşünürü İbn Haldun’u Machiavelli ile özleştirmek haksızlık olacaktır. Ayrıca Machiavelli’nin tercih ettiği iktidara gelme yolu her ne kadar güç kullanmaktan geçiyor ise de yine burada ibn Haldun’dan ayrılan en önemli nokta, İbn Haldun, iktidara gelmek için güç kullanmaktan yana değil, asabiyet bağlarının gücü nispetinde kurulan düzenin varlığının devam edebilmesi üzerinde durmuştur. Aynı şekilde burada da Machiavelli benzetmesi yapılması haksızlık olacaktır.

İlerleyen sayfalarda Hobbes, Locke, Hegel ve Marks gibi düşünürlerin devlet üzerine yorumlarına yer veren yazar, ‘Refah devleti’ modelinden söz etmektedir.

Refah Devleti, vatandaşının beslenme, barınma, ısınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılıksız olarak karşılayan devlettir. Ancak el-Efendi’ye göre Refah devleti, komünizmin yükselişini önlemek için muhtaç kesimlerin ağzına verilmiş bir emzikten ibaretti. Müslümanların bu modeli cazip bulduğunu belirten yazar, ‘İlahsız’ modern devletin bu başarısının Müslüman toplumlarda, modern devlete karşı bir hayranlığın uyanmaya başlamasına sebebiyet verdiğini belirtmektedir.

Kitabın ikinci bölümü, İslam tarihinde siyasi otorite sorunu ile başlamaktadır. Devlet otoritesi sorununun Müslümanları ancak peygamberin vefatından sonra meşgul ettiğini belirten el-Efendi, peygamberin kurduğu siyasi otoritenin bir gönüllülük üzerine bina edildiğini belirtmektedir.

Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan hilafet meselesi üzerinden İslam’ın net bir biçimde yönetim modülü belirtmediğini ifade eden yazar, Hz. Ebubekir’in ‘’Lideriniz olarak atandım ama aramızdaki en iyi insan ben değilim… (peygamberin kurduğu ilkeleri) takip ediyor, yeni uygulamalar getirmiyorum. Öyleyse bana yardım edin ve eğer yoldan ayrılırsam beni düzeltin’’[4] sözlerinin de Müslümanların karşı karşıya olduğu yeni durumu belirten en net ifade olarak dile getirmektedir. Bu durum, ‘yanlış yaparsa kim düzeltecek?’ sorusunu da beraberinde getirerek yeni bir döneme girildiğini net bir şekilde göstermektedir.

Kitabın üçüncü bölümünde İslam devleti üzerine çağdaş tartışmalara değinen yazar, çağdaş İslam ve devlet tartışmalarının, Türkiye’de gerçekleşen Kemalist devrim ile birlikte başladığını belirtmektedir. Bu mağlubiyetin Müslümanlar nezdinde bir endişeye sebebiyet verdiğini belirten yazar, TBMM’nin yayınladığı 1923 tarihli ‘’ Hilafet ve Hakimiyet-i Milliye’’ başlıklı bir kitapta iki tür halife tanımının yapıldığını belirtmektedir.

İlk tanıma göre hilafet ‘’gerçek’’ yani gücü elinde bulunduran bir otoriteydi ve artık güç elde olmadığından ötürü bunun bir geçerliliği yoktu, ikinci tanıma göre de ‘’zımni’’ yani halifenin Kureyş’ten olma şartı ve bu şartın da artık yerine getirilemeyeceğini belirterek, hilafet makamının artık geçerli olmadığı belirtilmekteydi.

Zamanla Kemalistler tarafından hilafetin bir amaca giden yolda araç olduğu ve bu amacın da adil bir hükümet tezi yükseltildi. Ancak bu tezin İslam dünyası tarafından tepkisiz kalmadığını belirten yazar, verilen tepkiler arasında en dikkat çekeninin, El-Menar dergisinin editörü Reşid Rıza olduğunu belirtmektedir.

Reşid Rıza’ya göre, aynı tez, şeriatin yerine de başka bir hukukun getirilmesinde de kullanılabilirdi. Şeriatın amacı adaleti sağlamaktır ve bu amaca başka bir hukuk sistemi de ulaştırabilir, denilebilirdi. Hatta dinin amacı, ibadet yoluyla ruhu arındırmak olduğuna göre, bu amaca yönelik başka bir din de İslam’a ihtiyaç olmadan vazifeyi ifa edebilir, denilebilirdi.

İlerleyen sayfalarda İslami gruplar üzerine eğilen yazar, İhvan hareketine değinerek, İhvan hareketinin Müslümanların ihtiyaçlarını gidermede bütün Müslüman devletlere bir tepki olduğunu belirtmektedir.  Hasan el-Benna’nın kurulmasını istediği devletin niteliği üzerinde fazla kafa yormadığını belirten yazar, İhvan hareketinin ferdi ve sosyal hayatı ihya etmekle uğraştığını belirtmektedir. Ancak Hasan el-Benna’nın yapmaya çalıştığı, Müslüman bir toplumu inşa etmekti. Bu amaç, peygamberin de amacıydı ve peygamber devletleşmek amacıyla bunu yapmadığı halde büyük bir İslam devleti meydana geldi. Aynı şekilde İhvan hareketinin ferdi ve sosyal hayatı ihya gayretinin, zamanla bir devletleşmeyi de beraberinde getirmeyeceği ne malumdur?

Ardından Çağdaş İslamcı devlet görüşünün temel probleminin modern devlet kavramını bir sınırlama ilkesi olarak kabul etmesi olduğunu belirten yazar, bir nevi modernleşmenin İslami düşünceye de hizmet edebileceğini belirtmektedir.

I. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, doğrudan Avrupa kontrolünün dışında kalabilmiş ancak üç-dört Müslüman ülkenin var olduğunu belirten yazar, bu ülkelerin de belli derecede manipülasyona tabi olduklarından tam anlamıyla bağımsız sayılamayacaklarını ifade etmektedir. Soğuk savaş döneminde de dikkatlerin giderek İslam üzerine yoğunlaşmasının birinci nedeninin komünizmin sona ermesiyle İslam’ın Batılı siyasi ideolojiye karşı yegâne siyasi alternatif olarak kalması, ikinci nedenin ise, Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerin uluslararası düzen için derin tesirleri olacak siyasi bir güç olarak ortaya çıkmasını göstermektedir.

Özel bir Müslüman devletin idare ilkelerini belirleme kararının, geniş uluslararası toplumu dikkate almaksızın verilemeyeceğini belirten el-Efendi, Müslüman dünyanın da uluslararası bir rol üstlenmeden önce uzun vadeli bir iç değişim döneminden geçmesi gerektiğinin altını çizmektedir.

Ancak yazarın, İslamiyet’i bir kurtarıcı ideoloji olarak değerlendirdiğini görüyoruz. İslamiyet’i bir ideoloji olarak tarif etmek, her ideoloji gibi onun da bir sonunun olacağını ifade etmek demektir. Her ideoloji bir beşerî eylemdir. Ancak İslamiyet, ifsat edilerek bir ideoloji haline gelmiş olan dinleri ve tüm bozuk ideolojileri ıslah etmek üzere insanlığa gönderilmiş hak dindir. Bu sebepten İslam’ı bir ideoloji olarak görmek, ona bir varoluş süresi belirlemeyi ifade etmektedir.

Yazara göre modern ulus-devlet sistemi, İslami ideallere bütünüyle düşman değildir. Aksine bu, evrensel bir ideali olan İslamiyet’in evrensel amaçlarına da hizmet etmektedir.

Ancak Ulus-devlet sisteminin, var olan, birlikte yaşayan İslam toplumunu belli toprak parçalarına böldüğünü, bölünüp ufalan bu mikro devletlerin git gide emperyalist devletlerin sömürü merkezi haline geldiğini, aslında modern ulus-devlet mantığının İslamiyet ile bağdaşan bir yanının olmadığını görmekteyiz. En başında toplumları ulus, millet olarak bölmenin İslamiyet’te hiçbir karşılığının olmadığının altını çizmemiz gerekmektedir. Çünkü ulus-devlet fikri, Rönesans ve reform hareketleri ile başlayan, aydınlanma ve sanayi devrimi ile de varlığını net bir şekilde ortaya koyan bir sistemdir. Bundan sebeple götürdüğü, getirdiğinden fazla olan bir sistem olduğundan İslamiyet için mutlak avantaj olduğunu dile getirmek bir yanılgıdır.

Pek çok çağdaş yorumcunun klasik hilafet teorisini karmaşık bulduğunu belirten yazar, bu açmaza çözüm önerisinin Tunuslu İslamcıların demokrasi temelli bir yönetim sistemi önerisinde bulunabileceğini belirtmektedir.

Demokrasinin, İslam toplumunda çıkabilecek ihtilafları eşit ve adil bir şekilde çözebileceğine belirten yazar, İslam toplumu olsun veyahut olmasın herhangi bir Müslüman grup için demokrasinin zorunlu olduğunu ifade etmektedir.

Ancak burada Platon’un demokrasi görüşleri önem ifade etmektedir. Platon’a göre demokrasi sisteminde tecrübeli, erdemli ve akıl sahibi insanlar yönetimde söz sahibi olamamaktadır. Onların yerine hitabeti iyi olan kötü birisinin de başa geçmesi muhtemeldir. Bundan sebeple demokrasi sisteminin her ne kadar özgürlük havası estirse de devlet için bir zarar doğurmaktadır.

Yazara göre ‘’ İslami siyaset tartışmalarının tutarlılık kazanabilmesi için, İslami bir devlet kavramından tamamen vazgeçilmeli, bunun yerine de Müslümanlar için bir devlet tanımının yani İslam siyasi toplum tanımının kullanılması gereklidir’’.

Ancak düşünceme göre: Bizler İslam’ı evrensel bir din olarak atfedip, modernitenin aslında İslam’ın yayılma noktasında bir avantaj olduğunu iddia ediyor isek, İslam devleti tabirinden taviz vermememiz gerekmektedir. Çünkü Müslümanlar için bir devlet tanımını kullandığımız takdirde diğer insanları doğal olarak bu devletten mahrum bırakmış olacağız ve İslam’ın evrensellik iddiasının gereğini yerine getirmemiş olacağız.

Ayrıca, İslam toplumlarında oluşan demokrasi karşıtlığı havayı yalnızca despot yönetimlere bağlamak da büyük bir noksanlık olur. Son 25 yılda, demokrasi ile yönetilen ülkelerin, Müslüman ülkelere demokrasi kisvesi altında yaptıkları zulümler de Müslümanları demokrasi sisteminden bir hayli koparmış ve bu bağ bir daha sağlanamayacak üzere kopmuştur.

Bundan sebep, mademki biz, diğer tüm dinlerden farklı bir dine mensup olduğumuza iman edip iddia ediyor isek, kendimiz bir kavram oluşturmak mecburiyetindeyiz. Demokrasiye biraz İslami ton katabilmek için teo-demokrasi kavramları, aslında Müslümanların modernite karşısındaki ezilmiş kompleksinin açığa vurulmuş halidir. Bundan sebeple kendimize özgü bir kavram geliştirdiğimiz ölçüde İslam, moderniteyi bir avantaj olarak kullanabilmeye başlayabilecektir.

İlerleyen sayfalarda Yazarın özellikle belirttiği ‘’el-Gazali ve diğerlerinin İslami sosyal hayatın varlığının ön koşulu olarak devletin -herhangi bir devletin- zaruretini vurgulayan görüşün gerçeğin tam tersi’’ [5] olduğu fikri, bir gerçeklikten uzaktır. Nasıl ki bir demokrasi sisteminin var olduğunu ancak bir devletle özdeşleştiğinde anlayabiliyorsak, İslami bir devletin varlığını, İslami sosyal hayatın varlığından soyutlamamız büyük bir hata olmaktadır.

‘’Özetle, İslam devletinde hâkim olan ve ona anlam veren temel değer özgürlüktür’’[6] sözleriyle kitaba son veren yazarın sürekli dile getirdiği bir diğer nokta olan ‘günah işleme özgürlüğü’ ve bu alanda ‘Allah’ın bile böyle birşeyi yasak etmediği’ iddiası ilk bakışta doğrululuğu olan bir varsayım olarak karşımıza çıkabilmektedir. Ancak günah dediğimiz kavram, yalnızca ferdin şahsına verdiği bir zararı ifade ediyorsa, o günah, kul ile Allah arasında cereyan etmektedir. Ancak işlenilen bir günah, toplumsal etkiler bırakıyor ise bunu mutlak bir şekilde devlet eliyle bir yaptırıma tabi tutulması da gerekmektedir. Salt bir şekilde ‘günah işleme özgürlüğü’ olarak bu düşünce dile getirilir ise, İslam devleti, amacı olan adaleti tesis etme görevini yerine getiremez bir hal alması muhtemeldir.

Hilafet kavramına ayrı bir anlam yükleyen el-Efendi, ufuk açması noktasında öncü ve güzel bir eser kaleme alarak, Devlet üzerine çalışmalar yapanlara geniş bir bakış açışı kazandırmayı amaçlamıştır. Değişik yaklaşımlarından dolayı kitap, bir çırpıda okunabilmektedir. Ancak tam olarak üzerinde yorum geliştirebilmemiz için de defalarca okunulması gereken bir kitaptır. Umarım ‘’Nasıl Bir Devlet’’ kitabı, Müslümanlara yeni bir bakış açısı kazandırma noktasında yardımcı olabilir.


[1] Abdulvahhab el-Efendi ‘’nasıl bir devlet?’’ (s. 23-24)

[2] Abdulvahhab el-Efendi ‘’nasıl bir devlet?’’ (s. 27)

[3] Mehmet Ali Ağaoğulları ‘’ Tanrı Devletinden Kral Devlete’’ (s. 171)

[4] Muhammed Hamidullah ‘’İslam Peygamberi’’  2. Cilt (s. 1181)

[5] Abdulvahhab el-Efendi ‘’nasıl bir devlet?’’ (s. 160)

[6] Abdulvahhab el-Efendi ‘’nasıl bir devlet?’’ (s.165)

Leave a Comment