Edebiyatın Felsefileşmesi

Camus’nün kurgusal bir karakteri, neden gerçek olaylardan/kişilerden daha fazla zihnimizi meşgul eder? Neden, Balzac ölüm döşeğindeyken yardımına koşması için romanlarındaki karakterlerden biri olan doktoru çağırır? Borges, kurgusal bir karakterin, mesela Raskolnikov’un, mu, yoksa yoldan geçen bir vatandaşın mı gerçekten yaşadığını sorarken, Raskolnikov’a kurgu; yoldan geçen insana gerçek denildiğini niçin anlayamaz? Eğer romanlar, bize hayatın anlamına dair sorular sordurtup, yaşamımı daha iyi anlamamıza vesile oluyor diyebiliyorsak -ki adı geçen yazarlardan hareket edersek bunun rahatlıkla böyle yorumlanabileceğini söyleyebiliriz- seminer dizisinin ilk dersinde değinildiği gibi felsefenin edebiyatla olan ilişkisini düşünmek durumunda kalırız. Ali Utku’nun sunumuyla gerçekleşen “Edebiyat ve Felsefe İlişkisi” seminerlerinin ilkinde felsefeden hareketle edebiyat anlamlandırılmaya çalışılmışken ikinci hafta  tersine edebiyat üzerinden felsefe anlamlandırılmaya çalışıldı. İlk olarak edebiyat ve felsefenin birbirinden nerede ayrıldığı sorusu konuşuldu. Mitopoetik düşüncenin bugün felsefi düşünce diyebileceğimiz forma ulaşırken arada ne gibi yollardan geçtiği tartışıldı. Homeros’un İlyada’sı, teolojik, tarihsel, edebi, dini, bilimsel, felsefi, coğrafi söylemleri kendi içinde barındırır. Çünkü o dönemde saydığımız disiplinler birbirinden ayrı değildi. Özellikle felsefe ve edebiyat, mitik söylemin arka planında beraberce var olan disiplinlerdi. Platon, meşhur Devlet’inde şairi toplumdan dışlamaya çalışarak edebiyatla felsefe arasındaki ilk gerilime işaret eden filozof olmuştu; fakat kendisi bile özellikle Devlet’in son bölümlerinde mitolojik/şiirsel bir üsluba başvurduğu için bunun nasıl, ne derecede mümkün olduğu sorusu üzerinde duruldu. Söz konusu gerilim, felsefe tarihi boyunca bazen felsefenin şiirselliğe, şiirselliğin felsefeye ircasıyla, bazen de bu şiirsel olanı felsefenin içinde ayrı olarak muhafaza edilmesiyle günümüze kadar sürmüştür. Yaygın kanaate göre bu ilişki, biri diğerini içersin veya yok saysın, asla birbirinden üstün gelemeyeceği için, felsefi bir perspektifle edebiyata baktığımızda edebiyatın bir “öteki” olarak alımlandığını iddia etmektedir. Bu görüşe göre felsefe, kendisini anlamlandırmaya, tanımlamaya çalışırken bir bakıma var oluşunu “edebiyatın değili” üzerinden belirlemiş olur. Fakat tahmin edilebileceği üzere bu oldukça indirgemeci bir yaklaşıma dayanmaktadır; eğer edebiyatla felsefe arasındaki ilişki buna indirgenirse edebiyatı/şiiri bir araç olarak kullanan ve bu şekilde felsefe yapan Nietzsche gibi filozofların yaptığı neydi sorusu gündeme gelir.

Kabaca “dil düşüncenin, düşünce de gerçekliğin temsilidir” diyen Derrida, sanatı (edebiyatı) hakikatten uzaklaştırdığını iddia edip dışlayan Platon’cu geleneğe karşı sağlam bir teorik çerçeve sunar: yapıbozum. Buna göre metin, anlam üreten bir makina; dil ise anlamın merkezidir. 19. yüzyılda hakikat tarihselleştirilmiş gibi anlaşılsa da aslında olan şey hakikatin dilselleştirilmesdiri. Nietzsche, “hakikat de nedir ki? Seyyar metaforlar ordusu” derken, aslında hakikati dil içerisinde metaforlaştırır. Wittgenstein, ilk eseri Tractatus’la felsefi sorunların aslında dilsel sorunlar olduğunu, dil doğru anlaşılırsa felsefi sorun olmayacağını iddia eder. 20. yüzyıl filozoflarının neredeyse tamamı bu dil sorununa işaret ederken edebiyatla felsefe arasındaki ayrım da aslında ortadan kalkar, bir göçük oluşur. Hem çağdaş filozoflar, hem de çağdaş edebiyatçılar bu göçük üzerinden yapıt üretmeye/düşünmeye başlarlar.

“Metafizik tek başına bir bilim değildir; dolayısıyla bir bilim nesnesi olarak ele alınamaz” diyen Kant’tan sonra metafizik büyük bir açmaza girmiştir. 19. yüzyılda metafizik halen çıkmazlar içerisindeyken 20. yüzyılda artık metafiziğe başka bir pencere içerisinden bakılmaktadır: Özne ve dil üzerinden hareket eden yeni bir metafizik anlayışı. Heidegger, “dil, varlığın evidir” sözü ile bu anlayışa dikkat çekmektedir. Dil merkezli bir düşünceyle varlığın ele alınabileceği yaklaşımı, yani varlığın en karmaşık problemlerinin dil ile aşılmaya çalışılması, aslında edebiyatla felsefenin 20. yüzyılda ne kadar da iç içe geçtiğinin bir göstergesidir. Seminerin burasına kadar felsefenin nasıl edebileştiğine dair bir tarihi kesit anlatan Utku, bundan sonra aslında arka planda edebiyatın da nasıl felsefileştiği gerçeğine dikkat çekti. Beckett’ın Godot’yu Beklerken adlı eseri, Fransız filozof-romancı Albert Camus, Jean-Paul Sartre gibi isimler bu anlamda zikredildi. Utku’ya göre, felsefenin edebiyata etkisi, aslında edebiyatın yorumlanışı açısından ihtiyaç duyulan kavram çantası sağlaması bakımından gerçekleşir. Aynı şekilde, yukarıda ismi zikredilen 20. yüzyıl filozoflarında da felsefi problemler, soyut kavramsal yapı oluşturma kaygısı olmaksızın, dilbilimsel olarak, hatta Heidegger örneğinde olduğu gibi bazen etimolojik temelli bir yaklaşımla irdelenmiştir. Bunun yanı sıra, dilsel/göstergebilimsel araçlar bu dönemde yoğunlukla kullanılmaya başlanmıştır. “Dilsel dönüşle paralel olarak, felsefenin temel sorunsallarından olan etik açısından da bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Bu da felsefeyi edebiyata yaklaştıran 19. yüzyıl unsurlarından biri olarak dikkat çekiyor. “Neden böyle bir dönüşüm gerçekleşmiştir?” sorusunun cevabı da aslında dilin felsefeyle olan ilişkisine bağlanır: Felsefenin fazlasıyla soyut, kavramsal analizleri insanı açıklama ve sorunları analiz etme bakımından yetersiz kalması. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren insanı bir kavrammışçasına ele alan bu yaklaşım, Nietzsche ve Kierkegaard gibi filozoflar tarafından daha ciddi bir biçimde sorgulanmaya/eleştirilmeye başlanır. 20. yüzyılda da bu yaklaşım, varoluşçu filozoflar tarafından desteklenir. İnsanı kavram olmaktan kurtaracak yaklaşım, bu filozoflarda, edebiyatın işin içine girmesiyle; yani kavram (felsefe), metaforla (edebiyat) desteklenerek, duygu/metafor, akıl-kavramla birleştirilerek   mümkün olmuştur. Utku, felsefenin edebiyatla olan son dönem yakınlaşması bahsinde Camus’nün “saçma” nitelemesine değindi. Camus’nün “saçma” tanımlaması, bilinçle nesnenin karşılaşmasından ortaya çıkan şeydir. Peki bu duygulanım, nasıl kavramsallaştırılabilir? Bu noktada Utku, bir bilince sahip olmayan nesne dolayısıyla da nesneyi nesneleştiremediği ama aynı zamanda kendi bilincine de sahip olduğu fikrinden yola çıkarak anlamsızlığın, anlam arayan bilincin nesneyle yüzleşmesinden kaynaklandığını vurguladı.

Seminerin sonlarına gelindiğinde metafor ve kavram arasındaki farklar üzerinde duruldu. Metaforun kavrama göre daha esnek bir yapıda olduğu fikrinden hareketle son dönemlerde fantastik kavram, metaforik kavram, yarı kavram gibi bu ikiliği aşmanın alternatif yolları üzerinde duruldu ve bu kavramlar yardımıyla edebi metinlerin felsefi değerleri nasıl daha farklı bir şekilde anlamlılaştırılabileceği sorusu soruldu. Seminer dizisinin ikinci sunumu, Utku’nun Rus filozof Mikhail Bakhtin’den yaptığı alıntılar üzerinden yaptığı etik ve edebiyat karşılaştırması ile  nihayete erdi. Konuşma boyunca sürdürülen yoğun tartışma, sonraki haftalarda devam edecek olan felsefenin şiir ve kurgu ile ilişkisi tartışması için de sağlam bir zemin hazırlamış oldu.

 

Leave a Comment