Bir Hac Yolculuğunda Hisse Düşenler

Röportaj: Hamit Kardaş & Kübra Taşdemir

Halit Bekiroğlu ile geçtiğimiz aylarda yapmış olduğu hac ziyareti üzerine keyifli ve derin bir söyleşi gerçekleştirdik. Anılarını ve düşüncelerini bizimle paylaştığı için kendisine teşekkür ederiz.

İlem Blog: Hac yolculuğunuz nasıl başladı?

Halit Bekiroğlu: Hacla ilgili aslında benden daha istekli olan eşimdi. Eşimin de isteği doğrultusunda hacca yazıldık. Ama beşinci yılımızdı. Arada bir imkan oluştu, bu sene Suudi Arabistan pandemiden sonra daha dikkatli olmak adına bir milyon kişi kontenjanı belirlemiş. Bir milyon kontenjanın da önemli bir kısmını kendilerine ayırmışlar. Örneğin Türkiye’ye kırk bin hacı kapasitesi vermişler. Kendilerine aldıkları kontenjanı da tam dolduramamışlar. Oradan kaynaklı imkan oluşunca ve hac organizasyonu yapan bir arkadaşımızdan bize teklif gelince daha eşimle konuşmadan tabi ben balıklama atladım. Daha sonra eşimle konuşunca eşim de “Acaba bu sene gitmesek mi? Hiçbir hazırlık yapmadık, hac ciddi hazırlık gerektirir” dedi. Tabi yay burcunun etkisiyle olsa gerek “ben gideceğim” dedim, “ön hazırlığı falan olmaz, hac imkanı doğduysa ben giderim” dedim “geleceksen gel, gelmeyeceksen senin için ya nasip” (gülüşmeler). Tabi doğal olarak eşim, o ilk ihtiyatlı yaklaşımından sonra “tabi gidelim, bir daha ölür müyüz kalır mıyız?” düşüncesiyle kabul etti ve birlikte hacca gittik.

İlem Blog: Nasıl bir heyecan vardı?

Halit Bekiroğlu: Şimdi umreler gibi değil tabi. Yani umrede de çok farklı duygular, düşünceler, düşünce yoğunlukları oluyor elbette. Ama hacdaki o atmosfer, pandeminin etkisiyle bazı şeyleri sınırlamış olmalarına rağmen bambaşka. Çünkü sadece siz heyecanlı değilsiniz, herkes heyecanlı. Gelen herkes heyecanlı. İlk defa hac yapıyor olmanın heyecanı da tabi apayrı. Hacc-ı Ekber’e tevafuk etmesi de ayrı bir heyecan kattı. Bir de pandemiden sonraki ilk dışa açık hac olması da nasipli olma duygusu oluşturdu.

İlem Blog: Umrede bu heyecan olmuyor mu?

Halit Bekiroğlu: Umrede özellikle Ramazan umreleri dediğimiz Ramazan’ın son 10 günündeki umrelerde epeyce bir heyecan oluyor. Ama ilk defa umreye giden, ilk defa Kabe’yi gören, o ortamları gören bir heyecan yaşıyor tabi ki, hissediyor ama hacda galiba o heyecanı arttıran şey adeta mahşeri yaşıyor oluşunuz. Yani mahşer duygusu, kimi ona ölüm provası diyor, o mahşer atmosferi insanı daha bir heyecanlandırıyor çünkü umrede bir arınma, ibadetlere yoğunlaşma psikolojisi var. Burada ise bana göre bütün bir hayatınızı ve geleceğinizi masaya yatırıyorsunuz. Bambaşka bir duygu. İyisiyle kötüsüyle yani yaşadığınız güzel şeylerle de sıkıntılı şeylerde de. Günahlarla, eksiklerle, hatalarla birlikte bütün bir hayatınızı adeta film şeridi gibi önünüze seriyorsunuz. Yani o duygu ve düşünceyi ve muhasebeyi kendi iç dünyanızda yaşayabiliyorsanız zaten o heyecan bambaşka bir heyecana dönüşüyor. Onun da zirvesi zaten Arafat’ta yaşanıyor. Arafat gerçekten duyguların çok yoğun yaşandığı bir atmosfer.

İlem Blog: Ani olmuş ama bir şeyler okudunuz mu gitmeden önce hacla ilgili?

Halit Bekiroğlu: Gitmeden önce birkaç şey okuduk, yani diyanetin kitapları, metinleri var. Onları okuduk. İnternetten bazı taramalar yaptık.

İlem Blog: İbadetin nasıl yapıldığı ile ilgili kitaplar değil de daha çok haccı anlatan eserler…

Halit Bekiroğlu: Ali Şeriati’nin Hac isimli kitabını yıllar önce okumuştum ama tekrar okuduğumda fark ettim gerçekten haccı en iyi anlatan kitaplardan biri. Ve kitaba o mezhebi boyutu falan da katmamış, eşimle birlikte çok istifade ettiğimiz bir kitap oldu. Hatta hac esnasında ara ara birlikte tekraren okuduk. Bence hâlâ o etkileyiciliğini koruyan kitaplardan biri. Biz haccın bir kısmında İbrahim Halil Üçer hocamızla birlikte olduk, onun sağ olsun önceden bana gönderdiği Futuhat-ı Mekkiye’den bazı metinler oldu. Onları okuma imkanımız oldu.

Haccın bir anlamı da dünyanın farklı coğrafyalarından Müslümanların bir araya gelmesi, toplanması, istişaresi, muhabbeti, fikir alışverişine vesile olması bence.

Biraz da çok yoğun okumalar, çok yoğun planlamalar yapmaktan da şahsen ben kaçındım. Eşim bana göre daha fazla okudu ve planladı ama biraz akışına bırakmayı bilerek isteyerek tercih ettim. Bunu yaşadık da o esnada. Öncesinde de duygu ve düşüncem böyleydi hac esnasında da o sele kapılıp gitmek istedim. Normalde sele akıntıya kapılmak tabiri bizde çok hoş karşılanmaz ama o ortamda sele kapılıp gitmeniz aslında size haccı yaşatıyor gerçek anlamda bence. Ben öyle mutlu oldum yani, öyle daha iyi yaşadığımı düşünüyorum. O akıntıya bıraktım kendimi, çok fazla plan program yapmadım. Asgari farzların rükünlerin şartlarına odaklandım sadece. Orada da farklı görüşler var, mezheplerin. O detaylarına çok girmeden hocalarımızın o andaki tavsiyelerini esas kabul edip çok tafsilatına girmeden o haleti ruhiye içerisinde olmayı, o anı yaşamayı tercih ettim ve bence haccımızın en güzel tarafı da bu oldu.

Orada böyle tanınmadan, bilinmeden bir vatandaş bir kişi olarak yani Allah’ın herhangi bir kulu olarak orada bulunmak yani işte Halit, Sema, Ayşe, Ahmet falan değil orada yaratılmış binlerce kişiden on binlerce kişiden bir kişi olarak akıp gitmek bence haccı çok anlamlı kılıyor. Yanımda Arafat’ta Konya Büyükşehir Belediye Başkanı varmış meğer, aynı saftayız, beraber dua ediyoruz, beraber duygulanıyoruz. Sonra bir ara çıkarken çadırdan “birine benzetiyorum sizi tanışalım” dedim. “Konya Büyükşehir Belediye Başkanıyım ama kimseye söylemedim, kimse bilmiyor” dedi. Meğer sadece o organizasyonun başındaki arkadaş biliyormuş, “kimseye söyleme” diye de tembih etmiş. Yani haccı bütün o kimliklerimizden etiketlerimizden arınarak yaşadığımızda -biraz onu yapmaya çalıştık ne kadar yapabildiysek- bence hac daha anlamlı oluyor. Mahşer ve ölüm provası diyoruz ya adeta bütün iyiliklerinizle günahlarınızla hatalarınızla sevaplarınızla neredeyse bir musalla taşının üstündeymişsiniz gibi kendinizi bırakıyorsunuz. Hani eğer arındıysak bir miktar, arındıran şeyler onlar. Herhalde arınmak böyle oluyor. Yani bu ritüellerle birlikte ayrıca kaybolarak arınıyorsunuz bence.

İlem Blog: Sizi en çok ne etkiledi?

Halit Bekiroğlu: Beni en çok etkileyen hususlardan biri Hira mağarası oldu. Hira mağarasına önce bizdeki kafile ile birlikte gitmeyi düşündük sonra aksadı uzadı derken “ben gideceğim” dedim, “tek başıma da olsam gideceğim” dedim. Sağ olsun İbrahim Halil Hoca’da arzuluyormuş meğer, tevafuk oldu. Birlikte tamamen program dışı, hani dedim ya “akışına bırakmanın keyfi var” diye, program dışı kendimiz gittik gece 12.00 gibi. Sabaha kadar oradaydık, çok etkilendiğim bir ziyaret oldu Hira. Yani Arafat en çok etkilediyse ikinci sırada Hira etkiledi diyebilirim, haccın rükünleri arasında olmamasına rağmen.

Hira’da tabi kendi muhasebenizi yapıyorsunuz. Peygamber Aleyhisselamın orayı yaşaması, kendisiyle ve dönemin hadiseleriyle yüzleşmesi, inzivaya çekilmesi, ilk vahyin gelmesi… hani bütün o şeyleri tekrar hatırlıyorsunuz ve bir nebze de olsa hissetmeye başlıyorsunuz Hira’da.

İlem Blog: Nasıl bir yer, şehri tam tepeden gören bir yer mi?

Halit Bekiroğlu: Şehri tepeden gören ve adeta 360 derece görüş alanı olan bir yer Hira. Yeni yapılan binalar bir miktar Kabe’yi gölgede bırakmış o ayrı bir konu ama orada şunu hissettim. Beni en çok etkileyen şey o oldu; şehirden uzaklaşan bir Adam’dan, Peygamber Aleyhisselam’dan bahsediyorum. Uzaklaşan bir Adam, inzivaya çekilen bir Kişi, bir süre kendini soyutluyor ve sonra kendisine gelen mesajla, büyük bir yükle ve emanetle şehre dönüyor. Onu hissetmeye çalıştım yani; tekrar şehre iniyor ve bambaşka bir şey söylüyor Mekke insanına. Yani bütün o şehrin alıştığı, alışageldiği şeyin dışında bir şey söylüyor. Bunun çok zor olduğunu hissettim, ne kadar ağır bir yük olduğunu. Ayetlerde geçer, “size ağır bir yük emanet edildi” denir ama her zaman hissedemiyoruz o yükün ağırlığını ve aslında yüceliğini. O anda epeyce hissettim kendimce yani çok ağır olduğunu hissettim.

Bütün alışkanlıkların, ezberlerin, yanlışların ötesine geçip yeni bir şey söylüyorsunuz, çok zor bir şey! Dolayısıyla Peygamber Aleyhisselam’ın aslında ne kadar zor bir şey yaptığını biraz anlamaya çalıştım, kısmen belki hissettim Hira’da.

İlem Blog: Şehre şahit olmak gibi bir durum içerisindeydiniz, öncesinde şahit değildiniz belki okumalarda kalıyordu ya da dinlediklerinizde. O ikisi arasında nasıl bir fark oluştu peki?

Halit Bekiroğlu: Orada bence temel şey onu hissetmek duygusu, hissediyorsunuz yani adeta yaşıyorsunuz. Çok özel tabi, orada yaşadığımız hallerimizi paylaşmak istemem ama o ürpertiyi, düşünce yoğunluğunu, duygu selini orada yaşayabiliyorsunuz. Dediğiniz gibi, sadece okumalarla ve teorik bilgilerle olmuyor yani.

İlem Blog: Hazreti Peygamber’in ruh halini anlamak için soruyorum, orada Hazreti Peygamber şehirden uzaklaşmış ama yine şehri gören hakim bir tepedeki mağaraya çıkmış, şehirden de kopmamış. Tefekkürünü şehre bakarak yapıyor yine…

Halit Bekiroğlu: Aslında belki de onu da kısmen hissettim. Peygamber Aaleyhisselam şehirden kaçmıyor aslında. Şehirden uzaklaşıyor ama o hakim tepede baktığında aslında belki de şunu düşünüyor: ben bu şirk problemini, faiz problemini, haramları, köleliği, zulmü… bütün o yanlış anlayışları nasıl olur da çözerim? Belki bunları düşünüyor. Bunları tasavvur ediyor. Ama insan olarak kapasitesi yetmiyor buna. O zaman işte vahyin gücüyle, ilhamla, Yaratıcının yardımıyla, o güçle şehre dönmüş oluyor. Dediğiniz gibi Hira’dan bakarken benzer bir şeyi düşündüm, buradan kaçayım gideyim duygusunu insana hissettirmiyor orası. Aksine baktığınız o hakim tepede, -çünkü dört tarafını görebileceğiniz bir yerde konumlanıyor- Peygamber Aleyhisselam orada, “ne yapmalıyım?” sorusunu adeta soruyor kendine, Rabbine iltica ediyor, onu hissediyorsunuz yani. “Dönüp de ne yapabilirim, nasıl çözebilirim?” kaygısı bence ön plana çıkıyor. Hira farkında olmadan güncel olarak da düşündürüyor bizi; bugünümüzü, meselelerimizi, yaptıklarımızı, yapmadıklarımızı, yapamadıklarımızı hatırlatıyor gizemli atmosferiyle bize.

Bunun dışında şunu söyleyebilirim. Haccın bir anlamı da dünyanın farklı coğrafyalarından Müslümanların bir araya gelmesi, toplanması, istişaresi, muhabbeti, fikir alışverişine vesile olması bence. Farklı coğrafyalardan Müslümanlarla kısa süreli bir araya gelmelerimiz de oldu. İbadetler esnasında, Kabe’de, tavaf esnasında zaman zaman diyaloglarımız da oldu. Orada dikkat çeken hususlardan biri Türkiye’ye ciddi bir ilgi var. Kabaca 10 kişi ile konuştuysanız 10 kişinin en az 8-9’unun Türkiye’yi yakından takip ettiğini, ilgi duyduğunu, hem siyasi olarak, kültürel olarak, yer yer fikri olarak ilgi duyduğunu ve takip ettiğini görebiliyorsunuz. Bir iki grupla biraz daha entelektüel düzeyde sohbet etme imkanımız oldu, yer yer derinlikli ilgiyi fark ediyorsunuz. Bu ayrıca insanı sevindiriyor. Türkiye’den gitmiş olmanın ayrı bir yeri oluyor, insana verdiği mutluluk oluyor. Tabi bir o kadar sorumluluk duygusu da yüklüyor. Buna şahitlik ettim. Bunu da paylaşmak isterim.

İlem Blog: Arafat’tan biraz daha bahsedelim mi?

Halit Bekiroğlu: Orası özel bir hâl. Arafat’a gitmeden önce iki yer ile ilgili dualarla ilgili hazırlık yapılır. Yer yer telefonlarımıza yazarız, defterimize yazarız, zihnimizde toparlamaya çalışırız. İşte “ben Kabe’yi gördüğümde şu şu duaları yapacağım, şu kişilere dua edeceğim, kişisel muhasebemle ilgili ya da çevremle ilgili şunları yapacağım” diye planlarsınız. Arafat’a giderken de benzer bir şey yaparsınız ama ilginçtir her ikisinde de tabiri caizse abandone oluyorsunuz yani bir anda bütün o planlar -en azından bende öyle oldu- altüst oluyor. Zaten çok fazla plan yapmamıştım ama planladığım duaları ve uygulamaları da unuttum yani.

Hira farkında olmadan güncel olarak da düşündürüyor bizi; bugünümüzü, meselelerimizi, yaptıklarımızı, yapmadıklarımızı, yapamadıklarımızı hatırlatıyor gizemli atmosferiyle bize.

Mesela özel hâllerden birini söyleyeyim. Kabe ile ilk karşılaşmamızda aklımda birkaç bir şey vardı, onların hepsini unutmuşum ve aklıma ilk şey gelmişti; İslam dünyası, ümmetin hâli, ülkemizin hâli yani Müslümanların felaha ermesi, kendisini toparlaması, kendi iç problemlerini/meselelerini çözmelerine yönelik dualarım olmuştu. Yani ümmete ilişkin dualar yapmıştım. O gelmişti o anda, aslında planlama ile ilgili bir şey değil yani, belki planlamada üçüncü beşinci sırada olan bir şey pat diye tek gündem olarak çıkmıştı. Sonrasında bunun da kendi içerisinde çok anlamlı/kıymetli olduğunu hem ben düşündüm hem konuştuğum bazı arkadaşlar, hocalar bunun değerli bir şey olduğunu söylediler. Öyle bir anımız olmuştu.

Arafat ise şu yönüyle gerçekten özel; bütün o Arafat’ta kaldığınız süre içerisinde okuduğunuz Kur’an’lar, yaptığınız dualar, kişisel olarak tefekkürünüz… Yer yer görüyorsunuz uyuyan da oluyor, biraz boş geçiren de oluyor, çıkıp dışarıda muhabbet eden de oluyor ama çok şükür yani bizim bulunduğumuz arkadaş grubunun büyük çoğunluğu güzel geçirdiler. Belki o atmosferin de etkisi ile çok güzel muhasebeler yapma imkanımız oldu kendimize dair, ülkemize dair, İslam dünyasına dair. Tabi çok da duygulu atmosferler, yani dedim ya bir tür mahşerin provası yapılıyor orada. Bir de öyle ya da böyle en konforlu haccı yapsanız bile haccın bir meşakkati oluyor, bir zorluğu oluyor. Giydiğiniz ihramdan, oradaki beklemelerinize kadar, kalabalığa kadar, yer yer güneşe ve toza rağmen bir yoğunluk, bir meşakkat oluyor. Belki psikolojik anlamda da bir meşakkati oluyor, yani siz beş yıldızlı otelde de kalsanız, en lüks haccı da yapsanız, o meşakkatli ve zorlu tarafı mutlaka oluyor. O yüzden Peygamber Aleyhisselam “Hac meşakkattir” buyurmuş. Bence o meşakkat tarafını da yaşamak lazım. -Tabi eşimle birlikte olduğumuz için, ilk haccımız olduğu için cesaret edemedik- aslında arzum, belki nasip olur; yürüyerek hac yapan arkadaşlar oluyor, tamamen bütün o ibadetleri, Kabe’den Arafat meydanına, Müzdelife’ye… bütün rükünleri yürüyerek gerçekleştiren ekipler var. Umarım nasip olur. Malum yürüyüşle ve hareketle yakından ilgileniyorum.

İlem Blog: National Geographic belgeseli vardı, (Inside Mecca, Hac: Kutsal Topraklara Yolculuk). Orada hacca giden üç ayrı kişi ile takip etmişti. Afrika’dan gelen vatandaş tamamen yürüyordu. Dışarıda yatıyordu, otel falan kiralamamıştı. “Hac meşakkattir” diyor peygamber efendimiz. Bu hadise atıfta bulunuyor ifadelerinde. Ne otelde kalıyor ne de araca biniyor…

Halit Bekiroğlu: Aslında ben sadece oradaki meşakkat tarafında değilim. Meşakkati beş yıldızlı otelde de yaşasanız bizim gittiğimiz hac kategorisi görece lüks sayılabilecek bir kategoriydi ama o meşakkati yine yaşıyorsunuz. Dönerken klasik gibidir yine hastalanıyorsunuz, bir şekilde problemi yaşıyorsunuz. Yani bu ayrı bir şey. Benim söylediğim yürüyerek bütün o aşamaları daha fazla hissetmekle ilgili bir şey.

İlem Blog: Süreçte yapılması gerekenleri takip etmek nasıl hissettirdi ya da yapamadığınız şeyler olduğunda nasıl hissettiniz?

Halit Bekiroğlu: Hepsini yaptık bir defa. Orada bazı arkadaşlarımız çok detaycıydı, tabi rükünleri bihakkın ifa etme kaygısıyla. Ben çok detaycı yaklaşmadım meseleye. Çok detaycı olan, neredeyse bütün mezheplerin yorumlarına giren, “işte acaba şurası şöyle mi böyle mi? diye çok detaya giren insanlar bence haccın bir miktar ruhunu kaçırabiliyorlar. Ben o yüzden temel rükünlerde dikkatli olmaya çalıştım, onun dışındaki hususlarda da hocalarımız ne dediyse onu uygulamaya çalıştım.

İlem Blog: Mehmet Görmez, Sezai Karakoç’u hacca götürmek istediğinde “Üstadım bizi bir Arafat manifestosundan mahrum etmeyin.” diyor. Sezai Karakoç da “Arafat’a manifesto yazmak için değil vakfeye durmak için gidilir” diyor. Şimdi orada bir manifesto yazıldığında Sezai Karakoç’un manifestosunu duyduğumda beni de heyecanlandıracak bir şeydir. Akif Emre gittiği zaman üç dört tane yazı yazmıştı hacda. O da gizli gitmişti, çok fazla açık etmemişti. Sadece birkaç yazı ile, sosyal medyadan çok fazla paylaşmamıştı. Onun yazıları da gerçekten beni heyecanlandırmıştı. Yani orada Sezai Karakoç bu ruhu ıskalıyor mu yoksa bu ruh kişisel bir şey mi? Herkes kendisi yaşasın mı?

Halit Bekiroğlu: Mehmet Görmez hocanın aktarımını dinledim. Mehmet Görmez hocanın Youtube’daki hacla ilgili konuşmalarını, özellikle Arafat konuşmasını dinledim, istifade ettiğim isimlerden biri oldu. Orada Sezai Karakoç’un daha çok hac ortamının özgürlüğü meselesine odaklandığını düşünüyorum yani haccın bir ülkenin kontrolünde olmasına, daraltılmasına karşı olduğunu ben daha çok önemsedim, öyle algıladım.

Size Sezai Karakoç’un dediğini destekler mahiyette bir şey söyleyeyim, tam da aslında öyle hac dediğiniz şey. İşte vakfedir, tavaftır, temel hükümlerdir ama o kadar detaylara takılıyor ki arkadaşlar… İhramda şöyle mi bağlanır böyle mi bağlanır, şöyle mi olur, şuradan bağlarsak işte ihramımız yanlış mı olur gibi böyle çok detay konulara girildiği zaman işte o vakfedeki ruhu kaçırabiliyoruz bence. Mesela ben bir tercih yaptım, bu ille de doğrudur demiyorum ama benim tercihimdi, Arafat’ta ihram giymek dışında her zamanki kıyafetlerimle devam ettim ibadetlere, oradaki geleneksel kıyafetlerden giymedim. Birçok arkadaşımız giydiğinde ona uygun terlikler, ona uygun şallar, başlıklar… hani daha çok Arap kardeşlerimizin tercihi olarak bildiğimiz o kıyafetlerden giymedim, bilerek giymedim çünkü ben haccı şekilsel yaşayacağımı düşündüm ve bundan kaçındım. Bu kişisel bir his ve tercih meselesi tabi.

Haccın bazı rükünleri bazı sembolleri var, şekilleri var. O şekillere dikkat etmeniz gerekiyor ama haccı getirip bir kıyafete indirgediğinizde ya da hacdaki o değişiminizi -varsa bir miktar değişim dönüşüm en azından bunun niyeti varsa bunu- dışarıya elbiselerinizle veya görüntünüzle yansıtmaya çalıştığınızda Sezai Karakoç’un söylediği -ben öyle anlıyorum- o ruh dediği şeyi kaçırıyoruz gibi geliyor bana. Bunu biraz şeyden anlıyorsunuz, -çok özele girmeyelim ama- birlikte Arafat’ta vakfeye durduğunuz insanların yapıp ettiklerinden anlıyorsunuz. Bazıları işin şekil tarafında, bazıları işin ruh tarafında. Onu o gözyaşlarından anlıyorsunuz, duygularından anlıyorsunuz, yalvarış ve yakarışlarından anlıyorsunuz, bazen sükutlarından bile fark ediliyor yani.

İlem Blog: Peki bu gerçekten bir nasip işi midir? Oradaki ruhu yakalamak, o güzellikleri görmek yani mesela Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabını okuduğumuzda onun Medine tasviri tamamen dilenciler, saçma sapan fakirler, taş yollar… Tamamen olumsuzluklara dayalı ama aynı dönemde İslam geleneğindeki dejenere şeyleri sürekli eleştiren Mehmed Akif de oradan geçiyor, Necid Çöllerinden şiirini yazıyor. Orada öyle güzel bir ruh yakalamış ki ne dilencileri fark ediyor Mehmed Akif ne yolların kötülüğünü…

Halit Bekiroğlu: Çok güzel, yani benim böyle “işin şekline değil ruhuna takılmalıyım” hassasiyetini bana getiren ve bunda kararlı olmamın en önemli sebebi aslında Malcolm X’in mektupları oldu. Bazı tecrübeli arkadaşlar da “olumsuzlukları/aksaklıkları görmemeye çalışın” tavsiyesinde bulunmuşlardı. Malcolm X’in hacdayken gönderdiği mektuplar var, 60’lı yıllarda mektupları gönderiyor. Ürperdim okurken. Şimdi ben umreye gitmiş ve bahsedilen o olumsuzlukları görmüş biriyim, bunu sonuçta 90’lı ve 2000’li yıllarda görmüş biriyim. Ama adam 60’lı yıllarda gidiyor ve hiçbir olumsuzluktan bahsetmiyor. Yani biz eşimle orada yine şuna karar verdik, dedik ki işte oralarda yemekler yeniyor yemekler, yerlere atılıyor, çöpler oluyor, yer yer kaba saba davranışlar oluyor yani hacca gelen her insan melek gibi davranmıyor ama biz bir karar aldık, dedik ki; “hiçbir olumsuzluğu görmeyeceğiz”.

Şimdi normalde aslında eleştirel yaklaşıma sahip olan insanlarız, ben de eşimde. Gördüğümüz siyasi, sosyal, mimari, çevresel meseleleri eleştirebilme kabiliyeti olan insanlarız ama bir karar aldık ve dedik ki “biz burada hiçbir olumsuzluğu görmeyeceğiz, sadece ibadetlerimize odaklanacağız” ve bunu da yaptık. Yani çok az konuşmuşuzdur “şurada şu eksiklik var burada bu var” diye, mümkün mertebe ne organizasyondaki eksiklikler. O da çok problem edilir, “şurada şu yapılmadı burada bu yapılmadı, şu kadar para veriyoruz ama şunlar olmuyor” diye. Buradan başlayın işte “Kabe’deki hacılar şunu yaptı, bunu yaptı ya işte bu Kabe’deki mimari böyle mi olur şöyle mi olur…” Dedik ki biz problemleri görmeyeceğiz, biz ibadetimize odaklanacağız dedik ve gerçekten haccı biraz verimli geçirebildiysek bir sebebi de bu, bunda da Malcolm X’in mektupları bizi en çok etkileyen husus olmuştu.

İlem Blog: Oradan ayrılmak nasıl hissettirdi?

Halit Bekiroğlu: Tam tadındayken ayrıldığımızı düşünüyorum. Tabir caizse “tadı damağımızda kaldı” ve bu şekilde vedalaştık. Yani bir aylık haclar var 40 günlük haclar var bizim ki 15 gündü. 15 gün görece biraz kısa sayılıyor, daha kısalar da var tabi, bir hafta gibi. Bence bizimki tadındaydı. Tekrar gitme arzusuyla vedalaşıyorsunuz, tam doyamadan.

İlem Blog: 8 gün Medine 7 gün Mekke mi oluyor?

Halit Bekiroğlu: Yok bizim Medine biraz kısaydı. 3-3.5 gün gibiydi. Biz tadında olduğuna kanaat getirdik. Şunun için tadında yani hacca bir defa gidilir, bu 90’lı yıllarda çok tartışılırdı. Özellikle Erbakan Hoca için denirdi, “hacca her yıl gidiyor o paralarla aslında bilmem şu kadar fakir doyurulur şu yapılır bu yapılır” öyle olmuyor yani. İlk umremize gittikten sonra da imkan olursa sürekli umreye gitmek istedik şimdi de hacda da 15 günden sonra daha fazla kalmayalım ki tekrar hacca geri gelelim yani o açlığımız devam etsin diye konuştuk eşimle. Yani bize göre tam tadında oldu ve her yıl gidenleri anlıyorum. Her yıl giden bir arkadaşımız var, ekonomik durumu da iyi. Bir yönüne bakınca eleştirilebilir ama ben aksine anlıyorum yani çok varlıklı bir arkadaş, her yıl gitmese zaten o parayı başka bir şeylere harcayacak bari gidip bir miktar belki tefekkür etmesine, arınmasına vesile olabilir diye şahsen ben olumlu görüyorum. Hatta şimdi daha iyi anlıyorum ve de olumlu görüyorum gidip yaşadıktan sonra.

İlem Blog: Son olarak bir şey söylemek ister misiniz?

Halit Bekiroğlu: Teşekkür ederim. Nasip işi mi evet biraz da nasip işi. Bizim planladığımızın dışında çıktı dolayısıyla tabi ki nasip işi. Birçok arkadaşta onu görüyorum. Bir hanımefendi bizim gruptaydı, aslında kocası gelecekmiş kocası bütün hazırlığını yapmış sonra kocasının bir hastalığı çıkmış, normalde kadın gelmeyecekmiş, sonunda kadının gelmesi yönünde mecburen programı değiştirmişler. Yani nasip tarafına dair çok örnekler var. Ama her nasip aynı zamanda bence bir istekle ve adımla da ilişkili bir şey. İstediğiniz zamanlarda daha çok nasip oluyor herhalde.


Halit Bekiroğlu: 1975’te Elazığ’da doğdu. 1993’te Malatya İmam Hatip Lisesi’nden, 1997’de Marmara Üniversitesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını 2001 yılında Marmara Üniversitesi İslam Felsefesi Bölümü’nde yaptı. Sebahattin Zaim Üniversitesi’nde Tarih ve Medeniyet alanında doktorasına devam etmektedir. Farklı sivil toplum kuruluşlarında görevler yapan Bekiroğlu’nun muhtelif medya organlarında yazıları yayınlandı. “Hamira’dan Duşanbe’ye” (Şiir), “Said Halim Paşa ve Siyaset Ahlakı”, “Düşünce Mola” ve “Söz Kalır” adlı kitapları bulunmaktadır. Arapça, Farsça ve İngilizce bilen Bekiroğlu ticaretle uğraşmaktadır, evli ve 3 çocuk babasıdır.

Leave a Comment