Endülüs Medeniyetindeki Tercüme Faaliyetleri ve Ortaçağ Avrupası’na Etkileri
Medeniyetlerin kuruluş süreçlerinde birbirleriyle olan etkileşimi kaçınılmazdır. Zira medeniyetler kendinden önceki medeniyetlerin birikimlerini özümseyip sentezini yapıp bu sentez üzere yükselirler. Medeniyetler arasındaki etkileşimi sağlayan ve yeni kurulan medeniyeti insanlığın ortak medeniyetine bağlayan en önemli köprü de çeviri faaliyetleridir. Nitekim Yunan medeniyeti kendisini Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin üzerine inşa ederken; İslam medeniyeti VIII.-IX. yüzyıllarda Yunanca, Hintçe ve Farsçadan yapılan çevirilerin desteğiyle inşasını gerçekleştirmiştir. Avrupa da XI.-XII. yüzyıllarda İspanya ve Sicilya’da yoğun olarak Arapçadan Latinceye çeviriler yaparak insanlığın ortak medeniyet mirasına sahip olmuş ve bu birikime dayanarak yeni bir medeniyet ortaya çıkarmıştır.
VIII.-XVI. yüzyıllarda İslam âlimleri tarafından kaleme alınan eserlerin Avrupa’ya nasıl intikal ettiği hususunda beş ana faktör görülmektedir. Bunlar; Endülüs, Sicilya, İslam ülkelerine yapılan ilmi yolculuklar, Haçlı Seferleri ve Hıristiyan- Müslüman aileler arasındaki akrabalık durumudur. Watt, Avrupa’yı Ortaçağın karanlığından (uyuşukluk, bilgisizlik ve tutuculuktan) aydınlığa çıkaran en önemli faktörün çeviri faaliyetleri ve onun neticesinde oluşan özgür düşünce ve bilimsel hareketlilik olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda, Müslümanlar ile Hıristiyan Avrupa arasındaki en uzun soluklu bağlantının İspanya’da 1125–1280 yıllarında yapılan çevirilerle oluştuğunu belirtirken söz konusu tercüme faaliyetlerinin önemini ortaya koymaktadır.
Endülüs Hakkında
Endülüs’ün siyasi tarihini kısaca özetlenecek olursa; 711-715 yılları arası fetihler dönemi olarak zikredilmektedir. Bundan sonraki 41 yıl “Valiler Dönemi”dir. Valiler Dönemi’nde Arap Müslümanlar Güney Avrupa’yda (Sicilya- Endülüs) dağınık bir biçimde yerleşmişlerdir. 756 yılında ise Endülüs Emevi Devleti kurulmuştur, 1031 yılına kadar da bu devletin Endülüs’teki hâkimiyeti devam etmiştir. Endülüs Emevilerinin yıkılmasından sonraki süreçte ise birbiriyle rakip şehir devletlerinden oluşan Mülûkü’t-Tavâif olarak adlandırılan beylikler döneminde pek çok emirlik ortaya çıkmıştır. Bahsi geçen dönemde Endülüs’teki siyasi birlik zayıfladığı için 1086 yılında Murâbıtlar, rakiplerini yenerek Gırnata’da güçlü bir yönetim kurmuşlar ve 1090-1147 yılları arasında Endülüs’e hâkim olmuşlardır; Murâbıtlardan sonra ise 1146-1248 yıllarında hâkimiyetlerini devam ettirmiş olan Muvahhidlerden bahsedilmektedir. Endülüs’teki son Müslüman siyasi birlik 1231-1492 yılları arasında hüküm sürmüş Gırnata Sultanlığı olmuştur. 1492 yılında İspanyol Kral Ferdinand ile Kraliçe Isabella’nın ordularının “reconquista” hareketi olarak bilinen Güney Avrupa’nın yeniden fethi hareketi tamamlandığında, İslam’ın Avrupa’daki tarihi sona ermiş oldu. Endülüs’ü farklı kılan, hem Müslüman hem Yahudi hem de Hıristiyan üç faklı grubun özgür, bir o kadar da birbiriyle rekabet halindeki ortamının bir sonucu olmasıdır. Muhtelif pek çok bölgeden birçok bilim, düşünce ve sanatla meşgul kişiler Kurtuba, Gırnata, İşbiliye gibi refah dolu bir hayat sunan Müslüman şehirlere gelmişlerdir. Bu şehirlerin temizliği, sokakları, şehir nizamları dillere destan olmuş olmuştur; zira Endülüs’ün “Orta Çağların karanlığında bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlattığı” söylenmektedir.
Endülüslülerin ilk dönemlerde kendi medeniyetlerinin kaynağı olan Doğu’ya ilim seyahatlerinde bulunmaları, Doğu-İslam medeniyetinin birikiminin Endülüs’e taşınmasında önemli bir rol oynamıştır. Bunun yanı sıra siyasi-askeri ilişkilerin de rolü vardır. Batı’ya nakledilen kültür yalnızca Arap unsurları değil aynı zamanda İran, Berberî, Türk, Doğulu ve Endülüslü Hıristiyan ve Yahudilerin kültürünü mezceden mahiyettedir. XI. yüzyılda gerçekleştirilen Haçlı Seferleri ile Hıristiyan dünyası Doğu’da ve Endülüs’te İslam medeniyetiyle tanışma fırsatı bulmuşlar, bu tanışmadan sonra ise İslam medeniyetini tanımaya çalışmışlardır. Bu bağlamda Arapça yazılan felsefi eserlerin Latinceye çevirileri gerçekleştirilmiştir. XI. yüzyıl itibariyle Endülüs’ü zapt etmeye başlayan İspanyollar, karşılaştıkları medeniyete duydukları hayranlıktan onların eserlerini Latinceye tercüme edebilmek adına Arapça öğrenmeye başlamışlardır. Ayrıca Müslümanların hâkimiyeti zamanında öğrenciler için ilgi merkezleri olan Kurtuba, Sarakusta, İşbîliye şehirleri, “reconquista” hareketinden sonra da devam etmiştir. Hatta Raymond adlı Tuleytula Başpiskoposu burada Bağdat’taki Beytü’l Hikme’ye benzer bir bilim akademisi kurmuştur. Bu akademide Müslüman ve Hıristiyan hocalar Arapça, felsefe, tarih, fizik, kimya, tıp, astronomi, geometri gibi pek çok alanda eğitimler vermişlerdir.
Hıristiyanlarla Endülüs arasındaki etkileşimin nasıl gerçekleştiği hususuna değinilecek olursa, dört ana başlıkta sıralanabilir; dini etkileşim, Endülüs’e gelen İspanyol ve Avrupalı öğrencilerle gerçekleşen etkileşim, tercüme hareketleriyle gerçekleşen etkileşim, dil-edebiyat, bilim-sanat alanlarındaki etkileşim şeklinde sıralanabilir. Tercüme faaliyetleriyle gerçekleşen etkileşim; X. yüzyılda başlayan tercüme faaliyetleri, XII. yüzyılda büyük bir ivme kazanmış ve sistematikleşmiştir. Önemli tercüme merkezleri Kurtuba ve Tuleytula’dır. Burada hem İslam düşüncesine hem de Yunan düşüncesine dair eserler Latinceye, İspanyolcaya ve İbraniceye çevrilmiştir. Kurtuba’nın XI. yüzyılda bir fitne dönemine girmesiyle pek çok bilgin Kurtuba’yı terk ederek Tuleytula’ya göç etmiştir. Şehrin başpiskoposu Raymond, Tuleytula’da bir tercüme okulu kurdurarak burada Yahudi ve Hıristiyan mütercimler de dâhil pek çok araştırmacı tarafından felsefe, astronomi, matematik, tıp, kimya, tarih ve coğrafya alanlarında eserler tercüme ettirmiştir. Burada eserleri öne çıkan şahsiyetler, İbn Rüşd, Musa b. Meymun, İbn Bace ve İbnu’l-Arabi gibi filozoflardır. Bu isimler daha sonra gelecek olan Albert Magnus, Duns Scottus, Spinoza, Immanual Kant, Leon-Kastilya Kralı X. Alfonso el-Sabio, Dante ve Bacon gibi isimleri etkilemişlerdir. Son olarak dil-edebiyat alanında etkileşim; farklı etnik grupların Endülüs’te yaşamasından dolayı Arapça, Berberice, İspanyolca, Portekizce, Latince, Fransızca, Katalanca gibi yedi farklı dilden oluşan bir Endülüs Acemiyyesi gelişmiştir. Dil etkileşimi bağlamında küçük bir anekdot olarak Kastille ve Leon kralı VII. Alphonso bastırmış olduğu paraların bir yüzüne Arapça “Alfonso Emiru’l-Katolikîn (Katoliklerin kralı Alphonso)”, diğer yüzüne de “İmâm’ül-Bi’eti’l-Mesîhiyye (Hristiyan Kilisesinin başkanı)” yazdırdığı zikredilebilir.
XI.-XII. Yüzyıl Avrupa’sına Genel Bakış
XI. yüzyıl genel mahiyetiyle Avrupa’nın kendini toparlama sürecinde sağlam adımlar attığı bir döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde Avrupa’daki hızlı nüfus artışı, yeni tarım alanlarının açılmış olması, tarım tekniğinde yeni gelişmeler yaşanması, Hıristiyanlaştırılmış kesimin yerleşik hayata geçmiş olması ve bununla birlikte üretimin artmış olması gibi sebeplerle Avrupa, dışa yayılmacı bir politika uygulamıştır. Avrupa, dışta yayılmacı bir politika sergilese de içte sürekli bir çekişme hali söz konusu olmuştur. Özellikle İtalyan piskoposluğu ile Almanya arasında devam eden bu çekişmenin temel sebebi Hıristiyan dünyasının liderinin kim olacağı üzerineydi. Bu dönem Avrupa’sının sosyal hayatıyla ilgili söylenecekler ise pek de parlak değildir; zira kilise baskısı, dini geçit törenleri, adlî infazlar halk üzerinde olumsuz pek çok etki yapan sebepler olarak zikredilmektedir. Bunun yanında zenginlerin yaşamış olduğu refah hayatına, normal halk tarafından kinle bakılıyordu. Halk, kendi kaderine terk edilmiş, salgın hastalıklarla, sömürüyle, savaşla baş etmeye çalışan bir kitle olarak görülmekteydi.
Kültürel anlamda ise XI.-XII. yüzyıl Avrupa’sında dikkat çekilmesi gereken husus C. H. Haskins’in “XII. yüzyıl Rönesansı” diye de adlandırılan çeviriler ve bu çevirilerin getirdiği etkileşim sürecidir. Bu sürece ilk rehberlik edenlerin başında Fransız Aurillaclı Gerbert (946-1003) gelmektedir. Gerbert, X. yüzyıl sonlarında Kuzey İspanya’daki bir kiliseyle olan bağlantısını kullanarak Arapça birkaç eserin Latincesine ulaşmıştır. Gerbert’ten sonra XI. ve XII. yüzyıllarda katedral okulları, onun öğrencileri tarafından kurulmuştur. Batı’da üniversiteler zuhur edinceye dek bu eğitim kurumları önemli işlevler görmüştür. XI. yüzyılın sonlarına doğru İspanya’da pek çok çeviri hareketi gerçekleşmiştir. Hermetizmle ilgili kitaplar, İbn Massara’nın, İbn Arabi’nin kitapları Latinceye, İspanyolcaya çevrilmiştir.
Ayrıca Antik Yunan ve İyonya, Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin filozofları; bunların yanında yeniden Platon, Aristoteles, Empedokles, Homeros Batı tarafından okunmaya başlanmıştır. Bahsi geçen okumalarla birlikte Avrupa’da Rönesans hareketleri ilk nüvelerini vermeye başlamıştır. Bu okumalar ışığında genel kabul görmüş olan düşüncenin aksine Rönesans hareketi XIV. yüzyılda değil de XI. yüzyılda başlamıştır denilebilir. Bu iki hareketin arasında ince bir fark vardır ki o da ilk Rönesans hareketinin bilim ve felsefe alanlarında gerçekleşmiş olması; ikinci Rönesans hareketinin ise sanat ve edebiyat alanlarında gerçekleşmiş olmasıdır. Avrupa’nın farklı pek çok bölgesinden bilginler Grekçe ve Arapça olarak kaleme alınmış farklı bilim dallarındaki eserleri kendi dillerine çevirmek için ciddi bir çalışma safhasından geçmişlerdir. XI. yüzyılda İspanya’nın Tuleytula kentinde Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman pek çok talebe tarafından çeviri faaliyetleri gerçekleştirilmiştir.
XI. ve XII. yüzyıllar bir yandan da Batı bilim ve entelektüelliğinin dönüm noktası olarak addedilir ki bunun sebebi de tıp, geometri, astronomi vs. gibi muhtelif pek çok alanda çeviri faaliyetlerinin gerçekleşmiş olmasıdır. 1125-1200 yılları arasında ciddi bir çeviri furyası ortaya çıkmış ve XIII. yüzyılda dâhil olmak üzere İslam ve Grek biliminin büyük bir kısmı Latinceye çevrilmiştir. Endülüs ve Sicilya; özelde ise Endülüs’ün Tuleytula kenti çevirilerin yapıldığı ana merkezler olarak addedilmeye başlanmıştır. Hem bahsi geçen çeviri faaliyetleri hem de 12. yüzyılda eğitim alan kişilerin sayısının artmasıyla Batı, bilim ve felsefede ciddi bir çıta atlamıştır. Özellikle İbn Rüşd ve İbn Sina gibi büyük filozofların düşünceleri doğrultusunda hem felsefe hem de bilim konusunda önemli gelişmeler yaşamışlardır.
Tercüme Faaliyetleri- Mütercimler
İlk olarak İslam medeniyetinden alınan malumatlar Arapçadan Latinceye çevrilmiş daha sonra Yahudi mütercimler tarafından İbraniceye çevrilen bu eserler bir süre sonra Castilace, Baskça, Portekizce başta olmak üzere pek çok Romen diline çevrilmiş ve modern dönemde de Fransızca, İngilizce ve İtalyancaya çeviriler yapılmıştır.
Afrikalı Konstantin (Constantin Africanus öl. 1060 sonrası) 1010 ya da 1015 yıllarında doğduğu düşünülen Konstantin İslam tıbbını Batıya taşımış olan ilk kişidir. Nahiv, mantık, tabiiyat, tıp öğrenimi görmüştür. Memleketinde kendisine şüpheyle yaklaşıldığı için kendisi belli bir tıp literatürünü topladıktan sonra Salerno’ya gitmiştir. Burada Hıristiyan olduktan sonra bir manastıra kapanıp Arapçadan Latinceye tercümeler yapmaya başlamıştır. Tercümeleri tam ve aslına uygun olmamakla beraber kısa ve eksiktir. Teknik terimlerin Arapça orijinallerini tercüme etmeyip okunduğu gibi yazmıştır. Ayrıca Latinceyi çok iyi bilmediğinin anlaşılması üzerine Konstantin’in tercümeleri bir kere daha tercüme edilmiştir. Yapmış olduğu çalışmalar Salerno Tıp Okulu’nda bir süre okutulmuştur.
Dominicus Gundissalinus (ö.1181) Arapçadan Latinceye tercümeler yapan önemli isimlerden biridir. İbn Rüşd ve Gazzali’nin eserlerini tercüme etmiştir. İslam Meşşailiğini yeni Platoncu bir yorumla Batı dünyasına tanıtan bir yazardır.
Gerard de Cremone (ö.1187) 1110’lu yıllarda dünyaya gelen Gerard 1165’te Toledo’ya gelmiştir. Felsefi İlimler ve Astronomi konularında çalışmalar yapmıştır. Felsefe ve bilim alanında Latinlerin geri olduğunu düşünerek Arapça öğrenip bu zengin hazineyi Arapçadan Latinceye tercüme etmiştir. Ayrıca Arap edebiyatına da ilgi duymuştur. Bunun yanı sıra büyü, falcılık, miladi, hicri, İran ve Yunan tarihleriyle ilgili bir tablolar düzenlemiştir. Cremone, çalışmalarıyla antik kültür mirası ve İslam kültürünü Avrupa’ya taşımıştır. Bu şekilde de Rönesans’tan modern düşünceye köprü kurmuş en önemli şahsiyet olmuştur.
Michel Scot (ö.1236’dan sonra), Sicilya Kralı Frederik’in astroluğudur. Toledo’da bulunduğu dönemde el-Bitruci’nin küreler konusundaki çalışmasını tercüme etmiştir. Arapça, İbranice ve Latince bilgisi vardır. Michel Scot’un en önemli özelliği İbn Rüşd’ün eserlerini Batı’ya tanıtan ilk kişi olmasıdır. Bu şekilde Batı, Aristo’nun eserleri hakkında daha geniş malumat elde etmiştir.
Çeviri faaliyetleri hususunda Yahudilerin katkıları da azımsanmayacak şekildedir. Yahudi mütercimler hem Arapçadan Latinceye hem de İbraniceye çeviriler yapmışlardır.Jean Avendauth veya Juan Hispano (Yahya İbn Davud, ö.1131’den sonra) Gundissalinus’un yardımcılarından olup Arapça ve Latinceye hâkim olan İbn Davud’un Yahudi asıllı bir Hıristiyandır. Kendisinin en büyük hizmeti İbn Sina’nın eş-Şifa adlı eserini Latinceye tercüme etmesi olmuştur.
Moses ben Samuel ibn Tibbon (ö.1283’ten sonra) felsefe, matematik, astronomi ve tıp alanında bazı eserleri Arapçadan İbraniceye çevirmiştir. Ayrıca kendisinin İbn Rüşd’den de çeviriler yaptığı bilinmektedir.
Avrupa’ya Etkiler
Endülüs aracılığıyla Batı’yı etkileyen pek çok kişi zikredilmiştir. Bunların en önemlisi sayılabilecek şahsiyetlerden olan İbn Rüşd, Aristo’ya yazdığı şerhlerle ün salmıştır. Onun öğretileri de İbn Arabi ve İbn Cebirol (Avicebron) üzerinde etkili olmuştur. Latinceye XIII. yüzyıl başlarında Michael Scot tarafından çevrilmiş ve 1230’lu yıllar itibariyle İbn Rüşd önce Paris’te sonra ise Oxford’da önemli ve tartışmalı bir isim haline gelmiştir. Hıristiyan Avrupa’da İbn Rüşd öğretileri, akla yaptığı vurgudan ötürü yasaklanmıştır. St.Thomas akıl nakil arasındaki ilişkiyi İbn Rüşd’den etkilenerek almıştır. İbn Rüşdcülük yaklaşık iki asır boyunca Avrupa’da sürmüştür. Yahudi filozof Musâ b. Meymun, İbn Bâce ve daha sonra onları takip eden Albert Magnus, Duns Scottus, Spinoza, Immanuel Kant, Kastilya-Leon Kralı X. Alfonso, Dante ve Bacon gibi isimler İbn Rüşd’ün takipçileri arasında zikredilmektedir.
XI. yüzyılda özellikle Dinler Tarihi alanında önemli eserler veren şahsiyetlerin başında gelen İbn Hazm, Meşai okulunun temsilcilerinden İbn Bace ve İbn Sina gibi isimler Avrupa’yı etkileyen diğer İslam filozofları olmuşlardır. İbn Tufeyl, Endülüs’ün en şöhretli İslam filozofu İbn Rüşd ve İbn Bace arasında bir köprü görevi görmüştür. Müslümanların ilimlerini öğrenen ilk mühim âlim II. Sylvester (999-1003) adı ile papa olan Gerbert of Aurillac’dır. Kendisi muallim sıfatını alarak büyük şöhret elde etmiştir. Edebiyat, astronomi ve özellikle de matematik alanında çalışmalarıyla ünlenmiş daha sonraki nesillere İslam medeniyetinden pek çok malumat bırakmıştır.
Usturlab üzerine 1048’de yazılmış iki kitap Hermannus Contractus isimli Alman âlimine izafe edilmektedir Bunların Arapça öğretimi ile de ilgili olduğuna dair malumatlar da bulunmaktadır. Bu iki örnek dahi bize matematik ve astronominin Müslüman İspanya’dan Avrupa’ya nasıl yayıldığını göstermektedir.
Sonuç itibariyle Geç Ortaçağ Avrupası’nın gerek kilise baskısı gerekse iç çatışmalarından ötürü felsefi ve bilimsel manada; çağdaşı olduğu İslam medeniyetinin gerisinde kalmış olduğunu söylenebilir. 711 yılında Güney Avrupa topraklarına gelen Müslümanlar daha sonra burada yapılacak olan ilmi pek çok faaliyete öncülük edip, Avrupa’yı bu manada etkileyecek güç konumuna gelmişlerdir. Avrupa’nın muhtelif bölgelerinden Hıristiyan, Yahudi, Müslüman farklı pek çok dine mensup öğrenciler çevirilerin yapıldığı özellikle Tuleytula kentine gelip burada hem ilmi zenginliğe hem de etnik zenginliğe şahit olup buradan aldıkları ilimleri yaymaya başlamışlardır. Bu şekilde özellikle bilim ve felsefe alanında pek çok eseri Arapçadan Latince, İbranice ve yerel Romen dillerine çevrilerek Avrupa karanlıktan aydınlığa çıkarılmaya başladı ki bu da uzun vadede Rönesans’ın temellerini oluşturmuştur.
Avrupa’nın aydınlanmasında İslam’ın rolünün büyük olmasına karşın kendilerinin günümüzde böyle bir iddiayı reddettikleri görülmektedir. Onlar kendi tarihlerini Endülüs’ü yok ederek direkt olarak Yunan temellerine oturtma çabasındadırlar. Bizdeki eksiklik ise, trajik bir şekilde son bulan Endülüs ve Avrupa’yı şekillendirmesi üzerine yeteri kadar çalışma yapmıyor olmamızdır. Bu çalışmamızla değinmeye çalıştığımız husus da Endülüs’ü ve Avrupa’nın inşasında ne kadar önemli bir köprü görevi gördüğünü anlatmak ve bu tarz çalışmaların arttırılması gerektiğine olan inancımızı açıklamaktır.