Jeokültürel Elitizm ve Üç Husus

Yazar: Muhammed Emin Dalseçkin

Önceki senelerde Van Üniversitesinden bir akademisyenin sitemine şahit olmuştum. Yıllarca İran sınırına en yakın Uluslararası İlişkiler bölümünde akademisyenlik yaptım, 3 yılda 3 kişi fikrimi sormak için aramadı. Bir dönem Oxford’a gittim onlarca arama, sorma, davet… Acaba Van, Türkiye’ye Oxford’dan daha mı uzaktı? Aynı şekilde şahit olduğum başka bir olay da psikiyatrist bir hocanın İstanbul’da kamuya açık bir kurumda gerçekleştirdiği söyleşisine ufacık bir salonu bile dolduramayacak kadar az kişi katılmıştık. Lakin aynı hoca sınırdaki bir üniversitesinin bir sempozyumuna şeref konuğu olarak çağrıldığında, afişler bastırılıyor ve Türkiye’deki tüm üniversitelere bu hocanın kendi şehirlerinde konuşma yapacağı ilan ediliyordu. Bir örnek daha vermek gerekirse ismini İstanbul’da üniversite tahsilli insanların yüzde birinin bile duymamış olduğu bir edebiyatçı, memleketim olan Van’a bazı dostlarım tarafından kütüphanede konuşma yapması için davet edildiğinde, Van sokaklarında afişler gezdirilip halka duyuruluyordu.

Takdir, muktedirden gelince mi tatmin sağlanıyor?

Bu örnekler üzerinden yazı içinde üç hususu tartışmak istiyorum. Birincisi; kültürel merkezde ilgi görmeyen ‘kültürlenme-aydınlanma objesi’ periferde neden baş üstünde taşınıyor, altta yatan psikolojik dürtü nedir? İkincisi, periferde böyle kadri kıymet göreceğini bilen insanlar (buradaki merkez-perifer ilişkisini batı Avrupa/Amerika-Türkiye şeklinde de yorumlayabiliriz) neden buna rağmen her fırsatta merkeze dönme arzularını belirtiyor ve neden merkezden fiziken de olsa uzak kaldıkça köhnedikleri, geri kaldıkları hissine kapılıyorlar? Üçüncü husus da enformasyon devrimi sonrasında, önceki yazımda (bkz: Camus’den Covid’e Enformasyon Açlığımız) http://blog.ilem.org.tr/camusden-covide-enformasyon-acligi/ açıkladığım gerekçelere binaen kültürel merkez-taşra gibi kavramlardan artık bahsedebilir miyiz gerçekten?

Birinci meselemizden başlayalım. Merkezde vasat kabul ediliyorken biz neden merkezden geldiği için bu insanları el üstünde tutuyoruz? Aynı kişinin veya daha yetkin kişilerin aynı konuda yazıp söylediklerine erişmemiz için o kişinin bizzat yanımıza gelmesi de gerekmiyor, o konuda daha nitelikli bilgiye olduğumuz yerden de ulaşabiliriz. Lakin biz, o kişinin kültürel merkezden getirdiği, daha doğrusu onun üstüne ister istemez bulaşan sim tanelerini görmek, dokunmak ve üstüne yapıştırmak isteyen çocuklar gibi o kişinin konuşmasında bahsettiği meseleden çok onun üstündeki simleri arzuluyoruz. O simler yeri gelir kültürel iktidara paydaş-en azından şahit olma zevki olur, yeri gelir daha periferdekilere nazaran merkeze bir adım daha yakın olduğunu, dolayısıyla güneşin ışıklarının ilk önce onun merceğinden geçip sonra daha periferdekilere gideceğini ilan etme dürtüsü olur (Netflix’deki Platform filmi bu metafor için güzel bir örnektir) bazen de sadece içteki merkezde bulunma, güneşin bir huzmesi olma arzusunun kısa süreli tatmini olur. Her halükarda bu simleri ne şekilde tanımlarsak tanımlayalım, bu tanımlama, farklı bir yazının konusu, konuşmacıya verdiğimiz önem kendi terimleriyle uzmanlık alanından aktaracaklarından ziyade simlere kargoculuk yapmasından kaynaklanıyor. Biz fark etmesek de bu önem, “Evvel sim, badel terim” kaidesine dayanıyor. İnsanlık tarihinde malların, bilgilerin ve insanların hareketliliğinin öneminden bahsedilir, simlerin hareketliliğini de söz konusu kaide ile ilişkilendirebiliriz. Bu meseleye hakim olan bakış açısının aşağılık-üstünlük hissiyatı olarak özetlenebileceğini düşünüyorum. Burada da devreye jeokültürel elitizm kavramını sokmak istiyorum. Bu konuyu ve bu yeni kavramı burada kesmekle birlikte, daha kapsamlı olarak başka zaman ele almak gerektiğini belirtme ihtiyacı hissediyorum.

Acaba Van, Türkiye’ye Oxford’dan daha mı uzaktı?

İkinci meselemize gelirsek, “marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” derler lakin nasıl bir iltifat? Periferde de iltifat var ama neden her daim gözümüz merkezden gelecek olan iltifatlarda? (Tekrarlamak istiyorum, merkezden kasıt yurt içi veya yurtdışı entelektüel faaliyetlerin toplandığı yerlerdir.) “Anlarsa uzağım yakınımdır, anlamazsa yakınım uzağımdır” beytine atıfla iltifatın kapsamının aynı zamanda tam manasıyla anlaşılmamızı da içermesi mi gerekiyor? Takdir, muktedirden gelince mi tatmin sağlanıyor? Olduğumuz yerden ilerlemek için merkezde olmamız gerekmiyor, pekala periferde de bu gelişimi gösterebiliriz, lakin gelişimden ziyade onun evvela anlaşılması, sonra olursa taltif edilmesidir bizi motive eden. Bir nevi dükkanın önünde oturmuş, el emeği göz nuru eserlerimizi hem anlayan hem de değer verecek olan müşterileri bekliyoruz. Bu meseleye hakim olan bakış açısının anlaşılma-takdir görme arzusu olarak özetlenebileceğini düşünüyorum.

Üçüncü meselemize gelirsek bilgiye erişimin, daha da önemlisi bilgiyi oluşturabilme ve paylaşabilmenin herkes için mümkün hale geldiği enformasyon devrimi ertesinde jeokültürel elitizm hala nasıl varlığını sürdürebilmektedir? Simlerin geldiği merkez, neye binaen hala yegane sim üretim merkezi olma hüviyetini korumaktadır? Bu elit muhitlerin -kişiler değil muhitler- hala otoritelerini devam ettirmeleri nedendir?

İnsanlık tarihinde malların, bilgilerin ve insanların hareketliliğinin öneminden bahsedilir, simlerin hareketliliğini de söz konusu kaide ile ilişkilendirebiliriz.

Televizyonun ve tartışma programlarının çıkmasıyla belli başlı saygın gazetelerin başköşelerini parselleyen aydınların, halkı diledikleri zaman diledikleri şekilde, ziyaları ölçüsünde nurlandırıp bilhassa istemedikleri fikirleri de karanlıkta bırakma dönemleri sona ermişken, yani tikel kişilerin otoriteleri bitmişken muhitlerin, tüzel kişilerin otoriteleri neden ve nasıl devam etmektedir? Evet, kişilerin otoritesi devam ederken aydınların zevkine göre de olsa belli başlı kalite kriterleri vardı. Şimdi sap saman karıştı lakin fikri ve entelektüel ortam, tikel kişi sayısı açısından demokratikleşti. Ama tüzel kişilerin kültür alanında meşruti monarşileri devam ediyor. Bu iktidarın güç kaybetse de devamlılığını sağlayan şey ise o muhittekilerin kendi jeokültürel elitist çevrelerini oluşturmak için muhite (muhit kavramına) muhtaç olduklarını idrak etmeleridir. İlanihaye bu meseleye hakim olan bakış açısını da iktidarın meşruiyetini devam ettirme ihtiyacı olarak özetlenebileceğini düşünüyorum.      

Bu yazıdaki amacım anlatılan durumları iyi veya kötü şeklinde kategorilere sokmaktan ziyade bu konuların tespitini yapmak ve üzerine daha fazla tartışılması amacıyla kağıda dökmektir.

Muhammed Emin Dalseçkin

İstanbul Üniversitesinde Çapa Tıp 5. sınıf ve açıktan Sosyoloji 4. sınıf öğrencisidir. Çömlek yapmayı, piyano çalmayı ve Üsküdar kahvelerinde dünyayı kurtarmayı sever.

Leave a Comment