Vücuddan Vahdete
Yazar: Muhammed Emin Dalseçkin
Son dönemlerde Türkiye’de üzerine tartışılmaktan oldukça hoşlanılan bir kavram var: Taşra sıkıntısı. Özellikle Nuri Bilge Ceylan sonrası bu kavram çok daha göz önüne gelir oldu. Bu dertten muzdarip olan bazılarımız alışageldiğimiz kültür merkezimizden uzaklaşınca kendimizi prizden uzak kalmış da her geçen gün gücü azalan bir batarya gibi hissediyoruz.
Acaba olabildiğince merkezde bulunsak ömrümüzün sonuna kadar, yine de kendi potansiyelimiz açısından mükemmele ulaşmış olur muyduk?
Bu üçlemenin ikinci yazısında (jeokültürel elitizm) bahsettiğim “sim üretim merkezleri” bizim dönüp dolaşıp en nihayetinde varmak istediğimiz, uzak kalınca gözümüzün hep oradan gelen son gelişmeler üzerinde kaldığı çekim merkezleri olma vasıflarını koruyor. Haliyle gözümüz ve gönlümüz hep orada kalınca orası merkez, bulunduğumuz yer taşra oluyor. Halbuki taşraya da taşralık, kıyıda köşede kalmışlık vasfını biz kendimiz yüklemiş bulunuyoruz. Marshall Hodgson’un Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek kitabında da değindiği gibi Çin, tarih boyunca Çinlilere göre orta krallıktır, Avrupa merkezci okumaya göreyse uzak doğu ve merkezden uzaklığı nisbetinde taşra. Kime göre uzak? Merkezde olan Avrupa’ya göre.
Kısacası bu taşra ve merkez kavramlarının kaypaklığına değindikten sonra asıl gelmek istediğim husus, öyle ya da böyle kültürel ve entelektüel faaliyet bakımından daha noksan olan yerlerde çektiğimiz sıkıntının adıdır taşra sıkıntısı. Taşranın, taşrada yetişip de merkeze (bu taşra merkez diyalektiğini yurtiçi-yurtdışı şeklinde de okuyabiliriz.) kendini geliştirip eğitimini tamamlayıp hizmete geri dönmesi için gönderdiği bizlerden beklentisi nedir? Ona pratik fayda sunmamız.
Taşra bizden felsefe, sanat gibi “entel eğlencesi” şeyleri merkezden alıp getirmemizi beklemez. Taşranın yüzyıllar içinde şekillenmiş bir işleyiş düzeni vardır. Merkezden aldığımız birkaç renkli sim ile gidip taşrayı sime boyama çabamıza küçümseyerek bakar taşra. Bizden, ne için gönderildiysek sadece onu öğrenip onu tatbik etmemizi ister. Onu değiştirmeye çalışmamıza ise şiddetle karşı çıkar. Mesela bir öğrenci okuyup doktor olsun diye gönderildiyse sadece doktorluğu öğrenip dönmesi istenir. Oradan çeşitli alışılmamış adetleri beraberinde getirmesi hoşa gitmez. Bu adetleri yüzyıllardır sarsılmayan otoritesine meydan okuma telakki eder. Kısmen de haklıdır aslında.
Öyle ya da böyle taşranın kendi alışkanlıkları onun günlük ihtiyaçlarına kafi gelmektedir. Gelmediği yerde de merkezden sadece o kısmı alıp kendi sistemini takviye etmek ister, daha fazlasını değil. O sebepten bir doktordan kendi memleketinde beklenen şifa dağıtmasıdır, belki de geleneklere uygun olarak başka ek vazifeler üstlenmesidir o kadar. Gerisi merkezde toyluk zamanında vakit geçirip gönül eğlendirip ardında bıraktığı, bırakması gereken faydasız işler olarak görülür.
Öyleyse bir doktordan edebiyat, felsefe, sanat gibi kendi alanını kapsamayan ve insanların hayat tarzlarında değişikliğe sebebiyet verebilecek meşguliyetleri onaylamayan taşra, bu beklentisi yerine getirilmediğinde cevabını sertleştirme yoluna gidebilir. Ama taşranın isteklerine boyun eğer de sadece işini yapar ve taşra göreneğinin dışına çıkmazsa doktor, ödüllendirilir. Burada önüne iki yol çıkar: ya merkeze gönderilme gayesine uygun davranacak ve sadece kendisinden istendiği kadar ve şekilde “ışığını” paylaşacak ya da bu beklentiye karşı çıkacak.
Taşradan merkeze dönme arzumuzun içinde de birazcık bu anlaşılıp takdir görme isteği yatmakta. Ama ne kadar merkezin de merkezinde olsak, sim fabrikasının içine dalıp sim deryasında da yüzsek bunun doyumunun olmadığını kabul etmek lazım.
Birinci yolu seçerse asla tamamlanmama hissi, ikinciyi seçerse de ilk basmağı Tanpınar’ın deyimiyle sükut suikastı olan tepkileri peşinen kabul etmiş olacak. Peki bu tamamlanmama, içimizde bir yerin hep eksik kalması, kendimizi potansiyelinin altında kalmış hissetmemizin nedeni nedir? Bu üçlemenin ilk yazısında bahsettiğim Camus’den Covid’e Enformasyon Açlığımız bir türlü doymak bilmeyen tekamül iştiyakının nedeni nedir? Acaba olabildiğince merkezde bulunsak ömrümüzün sonuna kadar, yine de kendi potansiyelimiz açısından mükemmele ulaşmış olur muyduk? Latife olarak örnek verecek olursam, Breaking Bad dizisinde Walter White, ortağı olduğu kimya şirketini bırakıp da taşrada “sıradan” bir kimya öğretmeni olmasaydı yine de memnun olur muydu? Lakin bu hoşnutsuzluk, sadece günümüz dünyasında mevcut değildir.
Hasanali Yıldırım’ın bir konuşmasında aktardığına göre hassaten Tanzimat ve sonrası edebiyat metinlerinde görüleceği üzere, edebiyatımızda taşranın karşılığı hemen hemen bugün ile aynıdır. Yıldırım’a göre “taşraya çıkmak” o dönem entelektüeli için iki büyük felaketten biri. Taşraya gitmenin alternatifi hapse girmek olmasına rağmen birçoğu hapse girmeyi daha makul görüyor.
İlk yazımda da bahsettiğim üzere bu bitmek tükenmek bilmeyen enformasyon açlığımız, acaba bilmeye karşı mı, bilinmeye karşı mı? Bilinmek ve hissedilmek, çoğu zaman bilmenin önüne geçen ve bu hız çağında karşılanması epey güç olan ihtiyaçlarımız. Taşradan merkeze dönme arzumuzun içinde de birazcık bu anlaşılıp takdir görme isteği yatmakta. Ama ne kadar merkezin de merkezinde olsak, sim fabrikasının içine dalıp sim deryasında da yüzsek bunun doyumunun olmadığını kabul etmek lazım.
Önceki yazılarda açıkladığımız gerekçelere binaen madem bunun doyumu yok, her zaman yeterince anlaşılmamış, hissedilmemiş, potansiyelinin farkına varılmamış olacağız, bu sonsuz döngüyü kırmak için önümüze iki yol çıkıyor: ya ne yaparsak yapalım asla yeterince bilip, bilinip hissedilemeyeceğimizi ve her zaman sonsuzun içinde kendimizin bir ölçüde kıymetsiz ve yalnız olduğunu kabul edeceğiz, ne kadar merkezde olursak olalım bir parçamız her zaman hala taşrada olmaktan şikayet edecek. Madem bunun tatmini yok, ne anlamı var ki diyeceğiz, toz parçası misali hiçliğimizi ve faniliğimizi kabul edeceğiz. Kırılmaz zincirlerle bağlı olduğumuz o soyut ve içimizde meskun bulunan taşradan kurtulup da hayalimizdeki merkeze ulaşmak asla mümkün olmayacak.
Taşra bizden felsefe, sanat gibi “entel eğlencesi” şeyleri merkezden alıp getirmemizi beklemez.
Ya da bu işin sonu böyle hiçlik olmamalı, olamaz, bu kadar insan içinde nasıl herkes kendi taşrasına mahkum olur diyerek başka bir çıkış kapısı arayacağız. Herkesin kendi taşrasını birbirine bağlayan bir yol. Yalnızlıktan ve ıssızlıktan şekva eden tüm şahsi taşraların duvarlarını kaldırıp hepsini vahdete ulaştıracak bir yol. Deryadan sürgünün azabını çeken katreler için bir yol. Hiçbir taşra ve hiçbir başka merkez kalmayana kadar ezeli ve ebedi birleştiren tek bir yol. Mutlak köken ve mutlak son. Bu yol bize bilenin de, bilinenin de, bildirenin de, bilginin de, takdir edenin de, takdir edilenin de, taşranın da, merkezin de aynı yerden gelip aynı yere gittiğini, aslında aynı olduğunu gösterecek. Böylece ne bilme ihtiyacı kalacak, ne de bilinme. Dikkat edilirse bu birlik, hiçliğe teslim olduğumuz noktadan başladı. Yolun sonundaki hiç, aslında yolun kendisi olan hep ile birleşti.
Kûşe-i vahdet gibi alemde rahat yoğ imiş
Kesretinde alemün hiç istirahat yoğ imiş
O hiçlik anının aslında her şeyin başlangıcı, aynı zamanda sonu olduğunu görürsek, mevcudiyyet ile adem-i mevcudiyyetin aynı olduğunu, vücuda iman ile gayba imanın bizlerden beraber talep edildiğini anlayabilirsek kişi kendini bilmekle her şeyi ve aynı zamanda hiçbir şeyi bilmiş olacak. Birinci kısır döngüde merkezin de merkezi hâlâ taşra olurken bu merkezileşme arzusunun sonu yokken bir bölü sonsuz eşittir sıfırken öte yanda her birimiz hayatın bir yol, bizim azığı hayalleri olan bir yolcu olduğumuzu idrak ettikten sonra, yolun kendi mahiyetini sorgulayınca mevzubahis yolda taşra da bir olacak merkez de. Zira gelinen yer de bir olacak gidilen yer de. Tüm mevcutlar, tüm vücudlar bir olacak, vahdette aynılaşacak. O zaman ne taşra kalacak ne de merkez.
Dolayısıyla nefsini bilen, kendini bilen, tüm mevcudatı bilmiş olur, bilinmiş olur, bildirilmiş olur, vesselam.
Göz gezdirdim dört köşeyi aradım
Ne sen var ne ben var bir tane gaffar
İstersen dünyayı gez adım adım
Ne sen var ne ben var bir tane gaffar
Her nesnede mevcut her cesette can
Anın için dedik biz ona canan
Evvel ahir odur onundur ferman
Ne sen var ne ben var bir tane gaffar
Hayyam’a görünmüş kadehte meyde
Neyzen’e görünmüş kamışta neyde
Veysel’e görünür mevcut her şeyde
Ne sen var ne ben var bir tane gaffar
Muhammed Emin Dalseçkin
İstanbul Üniversitesinde Çapa Tıp 5. sınıf ve açıktan Sosyoloji 4. sınıf öğrencisidir. Çömlek yapmayı, piyano çalmayı ve Üsküdar kahvelerinde dünyayı kurtarmayı sever.