Camus’den Covid’e Enformasyon Açlığı

Yazar: Muhammed Emin Dalseçkin

Albert Camus, Düşüş kitabında geleceğin tarihçileri çağdaş insanı tarif etmek için iki kelime kullansalar kafidir demiştir. Çiftleşir ve gazete okurlardı. Çiftleşme kısmını genel manada içgüdüsel olarak yaptıklarımız, tüm insanların gösterdiği yemek yeme, barınma, üreme gibi zorunlu davranışlarımız olarak yorumlarsak, gazete okurlardı kısmı ise bu yazının konusunu oluşturmaktadır.

Endüstri Devrimi ve Fransız İhtilali ile başlayan Yeni Çağ’ın sırtımıza yüklediği bir başka ihtiyaç enformasyon açlığıdır. Orta Çağ’da ve günümüzde küçük bir azınlığın dışındaki insanların hayatı oldukça stabildir. Geçim kaygısı sebebiyle çalışmak, hayatın büyük bir bölümünü oluşturur. Maişet derdinden artan kısıtlı zamanda ise başka bir ihtiyacın giderilmesi gerekmektedir: Enformasyon açlığı. Bu açlık kişiden kişiye değişmekle beraber entelektüel tecessüs şeklinde de olabilir, öyle ya da böyle kendisini de etkileyecek olan dünyanın gidişatındaki değişiklikleri öğrenme ihtiyacı veya dedikodu merakı şeklinde olabilir.

Endüstri Devrimi ve Fransız İhtilali ile başlayan Yeni Çağ’ın sırtımıza yüklediği bir başka ihtiyaç enformasyon açlığıdır. Orta Çağ’da ve günümüzde küçük bir azınlığın dışındaki insanların hayatı oldukça stabildir. Geçim kaygısı sebebiyle çalışmak, hayatın büyük bir bölümünü oluşturur. Maişet derdinden artan kısıtlı zamanda ise başka bir ihtiyacın giderilmesi gerekmektedir: Enformasyon açlığı.

Bu yazının asıl odaklanmak istediği husus, eski ve şimdiki çağ insanları arasında üçüncü sırada saymış olduğum enformasyon açlığına dair davranış farklılıklarıdır. Eski çağlarda hayatının çoğunluğunu Maslow piramidinin en temel tabakasını karşılama çabası peşinde harcayan insan, artan kısıtlı zamanını enformasyon açlığını, genelde ise üçüncü sırada saymış olduğum enformasyon açlığı olan dedikodu merakını gidermek amacı ile değerlendirirken, günümüzdeki stabil yaşamlı (yaşamak için çalışmak zorunda olan) insanlar ise kalan kısıtlı zamanlarında enformasyon açlığını üç yolla giderme yoluna gidebilmektedir. Lakin bu insanlar da daha ziyade tıpkı eski çağ insanları gibi dedikodu merakı ile meşgul olmaktadır. Eski insanlara nazaran ilk iki tür enformasyon açlığını gidermeye yönelik hem imkanlar hem de çabalar artış göstermiştir lakin dedikodu ihtiyacı geçen yüzyıllara rağmen hala başat rolünü devam ettirmektedir. İnternet çağının başlaması ve sosyal medyanın yaygınlaşması ile beraber insanlar, eski insanlara göre hem daha fazla dedikoduya ulaşmakta hem de kendilerini kolay bir şekilde dedikodu malzemesi yapma imkanına kavuşmuşlardır.

İnternet çağının başlaması ve sosyal medyanın yaygınlaşması ile beraber insanlar, eski insanlara göre hem daha fazla dedikoduya ulaşmakta hem de kendilerini kolay bir şekilde dedikodu malzemesi yapma imkanına kavuşmuşlardır.

Artık enformasyon edinme ihtiyacından başka, enformasyon üretme ihtiyacı da doğmuştur. Eskiden sadece enformasyon açlığı çekilirken, şimdi enformasyona konu olma, enformasyonu üretme ve yönlendirme açlığı da çekilmektedir. Bu şekilde sürekli gerek fikirleri gerekse hayatları ile vitrinde olma ihtiyacının giderilmesine çalışan insan, amacına tatmin olacak şekilde ulaşamamanın getirdiği çeşitli ruhsal sıkıntılarla mücadele etmek zorundadır. İçimizdeki bu eski çağa göre doymak bilmeyen enformasyon harcama ve üretme açlığının, özellikle üçüncü tür olan dedikodunun sebeplerini şehirlerde kalabalıklaştıkça yalnızlaşmamızdır. Yalnızlık denen boğaz yakan histen geçici olarak uzaklaşmak için kendimizi malumat bombardımanına sokmak zorunda hissetmemiz şeklinde yorumlayabileceğimiz gibi başka bir yaklaşımla da Andrey Tarkovski’den mülhem: “Orta Çağ’da yaşamak ilginçti, her evin kendi ruhu, her kilisenin de kendi Tanrısı vardı.” şeklindeki yalnızca bize ait ruhlarımızı ve tanrılarımızı yitirmekten ve tekdüzeleşmekten kaynaklanan, ilginçliğini kaybetmiş hayatın ilginçliğini arayış hali şeklinde de yorumlayabiliriz.

Artık enformasyon edinme ihtiyacından başka, enformasyon üretme ihtiyacı da doğmuştur. Eskiden sadece enformasyon açlığı çekilirken, şimdi enformasyona konu olma, enformasyonu üretme ve yönlendirme açlığı da çekilmektedir.

Kurt Tucholsky’nin Büyük Şehirde Gözler olarak çevirebileceğimiz şiiri, kentlerde kalabalık içindeki yalnızlığımızın çok güzel bir ifadesidir. Birbirine değmeden, girmeden, hemhal olmadan, tıpkı Kırkpınar pehlivanları gibi karşılıklı olarak diğerini yakalamaya çalışıp da yakalayamadan kayıp giden ilişkilerimizi de kendimizi avutmak için başkalarının hayatlarını öğrenmek, onların hayatlarına karışarak kendi yalnızlığımızla baş başa kalmaktan kaçınmak istememizi de enformasyon açlığının giderilmesinde aramaktayız. Halbuki bu içinde kendimizi unutmak istediğimiz enformasyonlar işlenmeden ve bilgi haline getirilmeden direkt olarak tüketildikleri için malumat düzeyinde kalmakta ve faydadan çok zarar vermektelerdir.

Albert Camus

Özellikle Covid-19 sebebiyle tüm dünyanın bir süre kapalı kapılar ardında saklanmak zorunda kaldığı bu günlerde bile kim ne yapmış ne dinlemiş, bizlere 15 saniyelik Instagram hikayelerinde izleyip tüketmemiz için ne hazırlamış merak etmeden duramıyoruz. İnzivaya çekilip uzun zamandır ertelediğimiz kendimizi sigaya çekme sözümüzü gerçekleştirmek için imkanımız varken bile başkalarının hayatları hakkındaki merakımız dur durak bilmiyor. Camus’nün tabiriyle gazete okumaktan vazgeçemiyoruz ve her yeni sayfasında zihnimizi biraz daha kısa süre içinde unutmak üzere terk edeceğimiz malumatlar ile doldurup kendimize semer vurmuş oluyoruz. En büyük korkumuz olan yalnız kalmaktan her kaçışımızda yanlış yollara sapıp özümüzü, farklılığımızı biraz daha yitiriyoruz. Belki de Pascal’ın “bütün sıkıntımız evdeki odamıza kapanamamaktan kaynaklanıyor” sözünü, Farabi’nin “zamanın ters, sohbetin faydasız, herkesin bezgin ve her başın bir ağrı taşıdığını görünce, evime kapanıp haysiyetimi korudum” sözlerini dinlemeliyiz. Veyahut da onları dinlemeyip, bu ihtiyacın çağa göre gayet tabii olduğuna karar verip ona, bize azami fayda verecek şekilde yeni bir nizam vermeliyiz. Lakin bu çabaların ötesinde bize çoğu zaman pratik fayda sağlamayan malumatları edinme merakımızdan farklı olarak başkalarının tüketeceği malumatlara konu olma arzumuz daha dikkate layıktır.

En büyük korkumuz olan yalnız kalmaktan her kaçışımızda yanlış yollara sapıp özümüzü, farklılığımızı biraz daha yitiriyoruz.

Evet, eski çağlara nazaran çok daha kolay bir şekilde bilgiye erişme imkanına sahibiz fakat daha rahat bir şekilde bilgiye konu olma imkanımız, onu öğrenme hevesimizin önüne geçmektedir. Eskiden dedikoduya ulaşmak için farklı şekillerde olsa çaba göstermek gerekirdi ya komşulara gidilecek ya kahveye uğranacak vesaire. Odamızdan çıkmadan dedikoduya erişemezdik. Lakin şimdi başka insanlar ile yüz yüze gelmeden sadece birkaç parmak hareketi ile dünyanın her yerinden istemediğimiz kadar dedikodu bizlere yağmur olup yağmaktadır. Ondan dolayı o arzuyu bir nebze de olsa tatmin edebilmekteyiz. Fakat bilhassa bu internet çağının bizlere armağanı olan dedikoduya özne olma arzumuzu ne yaparsak yapalım tatmin etmek oldukça zor görünüyor. Acımızı, neşemizi belki de en son yıllar önce görüştüğümüz, bir daha görüşmeyeceğimiz insanlara sunmak bize tarifsiz bir haz veriyor. Ve bu hazzın tadını ilk kez tadan insanlık, bundan vazgeçmek istese bile kendine söz geçiremiyor. Ne kadar insan bizim onlara hayatımızdan sunmuş olduğumuz kesitleri tüketirse o kadar mutlu oluyoruz. Hele ki o kesitler üzerinden bizimle etkileşime geçip kısa süreli de olsa bizimle, bizim sunmuş olduğumuz kesit çerçevesinde etkileşime geçerse ordusuna istediği sonucu aldırmış muzaffer bir komutan gibi kasım kasım kasılıyoruz. İnsanların beyinlerinde yer etmenin hazzını tarif bile edemiyoruz.  Ama hırs, hiçbir zaman kendi hür iradesi ile iktifa etme kabiliyetine haiz olmadığı için anılarına nüfuz edemediğimiz, orda kalıcı ve mümtaz bir yer edinemediğimiz insanlara kendimizi biraz daha pazarlamaya devam ediyoruz.

Belki de en büyük korkumuz, hiç bilinmemiş, hiç kimsenin hatırasında yer edinememiş olarak bu dünyadan silinip gitmek. Kalıcı olmadığını bildiğimiz ve bizi eninde sonunda koynuna alacak olan bu dünyaya karşı vermiş olduğumuz kalıcı olma, nüfuz etme savaşında en etkili silahlarımızdan birisi, ölümümüzden çok sonra bile bizi hatırlayanların var olmasıdır. Hani derler ya insan iki kere ölür, biri kendisi toprağa girince diğeri de onun ismini bilen son kişi toprağa girince diye. İşte bu yüzyılın bize en büyük armağanı bize yakınlık derecesi çok uzak olan insanların bile zihinlerinde yer edinebilme şansıdır. Unutulmaz, daha farklı, akılda kalıcı eylemlerde bulunup bunu da olabildiğince çok insana duyurduk mu işte ölümün ve yalnızlığın karşısında bir sıfır öndeyiz demektir. Birileri bizi biliyor, varlığımızdan, burada olduğumuzdan haberdar yalnız değiliz. Onların dikkatini bir nebze olsun çekebilmeyi başarmışız. Halbuki deneyimledikçe fark ettiğimiz üzere ne kadar insana kendi varlığımızı haykırsak bile yine de bu haykırış yetersiz kalıyor. Daha çok insan yok mu beni bilsin, görsün, anlamasada takdir etsin, kıskansın, düşünsün, hissetsin… Bu yolun sonu iki yere çıkıyor: Ya tüm çabalara rağmen hala tatmin olmamış içimizdeki o enformasyona özne olma arzusunu tamamen tatmin etmenin imkansız olduğunu kabul edip nihilizme yöneleceğiz ya da insanlardan daha aşkın bir bilen tarafından bilinme yoluna girip metafiziğe geçiş yapacağız. Uzak olmayan geçmişte büyümüş ve sosyal medyadan önce fikir dünyaları oturmuş insanlar, sosyal medya ile büyümüş insanlardan çok daha kolay bir ideal uğruna hayatlarını harcamaya hazırken insana sürekli nesne değil özne ol, bilen değil bilinen ol telkininde bulunan ve bunu oldukça kolaylaştıran imkanlar karşısında günümüz neslinin kendi faydaları açısından alması gereken tutum nedir?

Belki de en büyük korkumuz, hiç bilinmemiş, hiç kimsenin hatırasında yer edinememiş olarak bu dünyadan silinip gitmek. Kalıcı olmadığını bildiğimiz ve bizi eninde sonunda koynuna alacak olan bu dünyaya karşı vermiş olduğumuz kalıcı olma, nüfuz etme savaşında en etkili silahlarımızdan birisi, ölümümüzden çok sonra bile bizi hatırlayanların var olmasıdır.

Bu çağın bize verdiği hem armağan hem de yük olan kolay dikkat çekme ve bilinme imkanlarının özümüz için faydalı mı zararlı mı olduğu, topyekun inkarı gerçekçi görünmeyen bu imkanı nasıl değerlendirmek gerektiği gibi sorular bu yazının konusu değildir. Mevzubahis konu üzerinde düşünmek için dikkatleri bir nebze çekebilmiş olma niyazıyla.

Muhammed Emin Dalseçkin

İstanbul Üniversitesinde Çapa Tıp 5. sınıf ve açıktan Sosyoloji 4. sınıf öğrencisidir. Çömlek yapmayı, piyano çalmayı ve Üsküdar kahvelerinde dünyayı kurtarmayı sever.

Leave a Comment