Türk Sanat Dilinin Kurucu Ögesi Olarak Karacaoğlan Şiiri
Yazar: Oğuzhan Oğuzbey
Türkçe Yunus Emre dönemiyle birlikte bir sanat dili hüviyetini kazandıktan sonra zenginleşen ve derinleşen söz varlığı ile dilin mana yükünü sırtlanmış ve bu alanda söz ustalarına yer açmıştır. Bu noktada Fuad Köprülü’nün “Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatının Tekamülüne Umumi Bir Bakış” makalesi önem arz etmektedir. Buna göre Yunus Emre ve onu takip eden söz ustaları Oğuz Türkçesini çeşitlendirerek sanat dili haline getirmeyi başarmışlardır.
Türkçeyi bir mülk olarak gören idareciler ve bu mülkün kullanımındaki hassasiyet önem arz etmektedir. Anadolu’yu yurt edindikten sonra Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe fermanı yurt edinmenin diğer bir şartının da dil olduğunu bizlere göstermektedir. Daha sonraları Osmanlı Devleti Dönemi’nde şairlere verilen patronajlarda da bu hususun önemini görürüz.
Yahya Kemal, sanat dili olarak Türkçenin kullanıma şöyle dikkat çeker: “Büyük millet şerefli zamanlarda lisânını Yûnus Emre ve Süleyman Çelebi gibi, Fuzûlî ve Bâkî gibi Nef’î ve Nedîm gibi saz şairleri gibi öz oğullarına emanet etmişti; onlardan Allah’ın büyüklüğünü, Peygamberinin vasıflarını, kahramanlarının menkıbelerini, âşıklarının elemlerini, gençlerinin hevâ-vü heveslerini, ihtiyarlarının düşüncelerini asırlarca dinledi. O şairler öldüler. Milletten emanet aldıkları lisanı keşke beraber götürselerdi, götürmediler, kâtiplere terk ettiler.”(1)
Bir başka yerde Yahya Kemal, “asıl Türkçeyi yaza yaza değil söyleye söyleye üretmişiz” der. Sözün söylenen bir eylem aracı olarak karşımıza çıkması bizim şiirimize dair birtakım izleri bulmamızı sağlar. Bu izlerden biri bizim bir şiir medeniyeti olduğumuzdur.
Roman türü Tanzimat Döneminde bizim coğrafyamıza girmiştir. Medeniyetimiz, hikaye ve masal üretmiştir ancak buradan bu türlerin kendi iç yapı özelliklerinden ziyade şiirsellik gözetilmiştir. Mevlana’nın Mesnevi eserinde tahkiye (hikayeyi hikaye yapan unsur) öne çıkmış olsa da oradaki asıl unsur ses senkronizasyonlarının bir hikaye ortaya koymuş olmasıdır.
Söz ile söylenmek ses ile çoğalmayı gerektirir ki bu da matbaaya çok geç bir dönemde geçiş yapan Türk medeniyeti için şiir ile birlikte sözlü kültürü devam ettirmesi demektir. Matbaaya geçişle birlikte sözün yerini metin alarak şiir söylenişten uzaklaşmış bir metin aracına dönüşerek yer yer deneyselleştirmiştir.
Sözlü dönemden söz açarak böylelikle Karacaoğlan hakkında bir şeyler söylemeye gayret edebiliriz. Karacaoğlan, ne zaman ve nerede yaşadığı tam bilinmemekle birlikte şiirinde yaşadığı yöreden izler taşımaktadır. Ne zaman yaşadığı sorusunun muhtelif cevapları vardır. Karacaoğlan ismine ilk olarak Latifi Tezkiresi’nde rastlamaktayız. Şair Naimi Hamidi’nin bir beyitinde Kar’oğlan deyimi geçmektedir.
Bilgi
Şair Naimi Hamidi; 843’te (1439) İsfahan’da doğumlu, Hâmidî-i İsfahânî, Molla Hâmidî, Mevlânâ Hâmidî ve Hâmidî-i Acem diye anılmaktadır. Şiirlerinin büyük bir kısmı Farsça olan Hâmidî’nin Türkçe şiirleri dil ve üslûp bakımından dönemin Doğu Türkçesi özelliklerini taşımaktadır.
Ahmet Kutsi Tecer’e göre Karacaoğlan deyimine rastladığımız en eski edebi belge Latifi Tezkiresi olmaktadır (Tecer, 1954). Buna göre anlaşılan o ki Karacaoğlan, döneminde divan şairlerini kıskandıracak kadar iyi şiirler yazmakta ve ünü bütün bir ülkede yayılmış vaziyette bulunmaktadır. Aynı zamanda diğer bir görüşe göre (S. Nüzhet Ergun, Cahit Öztelli) bir değil birden fazla Karacaoğlan bulunmaktadır.
Bilgi
Ahmet Kutsi Tecer Kudüs doğumlu Türk öğretmen, şair, oyun yazarı ve siyasetçidir. Halk kültürü alanında çalışmaları ile tanınır. İstanbul’da vefat etmiştir.
Karacaoğlan üzerine en yaygın kanaat onun 17. Yüzyılda yaşamış olduğudur. Bu inanış Aşık Ömer’in tezkiresine dayanarak söylenmektedir. Şairin nerede yaşadığı da tam olarak bilinememekle birlikte kimileri Erzincan, Erzurum, Kilis gibi rivayetlerde bulunmaktadır. Hatta Türkmenler onu direkt Toros’a atfetmekte ve şüphesiz kabul etmektedirler. Şairin nerede yaşadığı kesin olarak bilinmese de şiirden çok gezdiği anlaşılmaktadır;
Çıktım seyreyledim Niğde'yi Bor'u Acep gezsem mavi donlum var m'ola Güzeller durağı Tokat Engürü Acep gezsem mavi donlum var m'.ola Hey geri de deli gönül hey geri Adana İlbeyli Göksün Tekiri Otuz iki sancak Diyarbekir'i Acep gezsem mavi ·donlum var m'ola Hesiri de deli gönül hesiri Deryada dönüyor kıral yesiri Halep Trablus koca Mısır'ı Acep gezsem mavi donlum var m'ola Yeşil ördek yayılıyor çimende Mehdi günü doğar ahir zamanda Kürt'te Hindistan'da Çin'de Yemen'de Acep gezsem mavi donlum var m'ola Mecliste içerler demi kanyadan Güzel seven murad alır dünyadan Kayseri'den Karaman'dan Konya'dan Acep gezsem mavi donlum var m'ola Mardin'den de Karacaoğlan Mardin'den Çeken bilir ayrılığın derdinden Koçhisar'dan, Hasandağı'n ardından Acep gezsem mavi donlum var m'ola
Görülen o ki Karacaoğlan, kâh Toroslar ve Gavur Dağları’ndan İç Anadolu havzasına oradan Fırat Nehri’nin kuzeyinden Suriye’nin şehirlerine, bağlarına indiği tabiri caizse konargöçer bir halde olduğu anlaşılıyor (Boratav, 1982). Özetle Karacaoğlan’ın hayatına ve kişiliğine dair pek az şey bilmekle birlikte anlaşılan o ki bir kişiden ziyade bir motiften de söz edebiliriz. Yani, Karacaoğlan maddi varlığını aşarak bir söylem ürününe dönüşmüş motif olmuştur.
- Şiiri Üzerine Genel Bakış
Karacaoğlan şiirinde aşk, tabiat, ölüm, ayrılık gibi temaları işler. Bu anlamda şiiri Tanrıya değil insana dönük bir şiirdir. Nasıl ki 13. yüzyılda Yunus Emre öteki dünya ve Tanrı sevgisinden bahsetmişse Karacaoğlan da bu dünya ve insan sevgisinden bahsetmiştir.
Konu
Bütün şiirleri hemen hemen aşk konusu üzerine kuruludur. Büyük bir aşıktır Karacaoğlan. Her dilbere meyil verir ve aşkı platonikliği kaldırmaz sahiplenici ve tutucudur. Sevdiğine karşı utanması yoktur.
Nerde güzel görsen ona çevrilme Bizim ilde cana kıyan beğler var. Sevdiğim kapına kul mu ararsın İşte ben kul kapına kara gözlüm Güzel sevme derler nasıl sevmeyim Sevsem öldürürler sevmesem öldüm Yüz elli keselik malım olsa da Gönül eğleyecek yar ver sen bana Geçme mescit yakınından Çok namazlar böldürürsün
Şiirlerinde baş köşeyi aşka ayıran Karacaoğlan, bunun yanında gurbet, özlem, ayrılık ve ölüm gibi temaları da işlemiştir. Ancak bu temalar yine aynı eksende yârinden ayrı düşmeyi gurbet ve ölüm addeder. Salt bir ölümden bahsedilemez ayrılığın ölüm gibi onu üzdüğünden bahsedebiliriz. Bu anlamda Karacaoğlan’a ithaf edilen bir kısım şiirler Tekke ve Tasavvuf edebiyatından izler taşısa da o bütünüyle bu dünyanın adamı olarak şiirlerini söylemiştir. Tekke ve dergahlardan yolunun hiç geçmediği anlaşılmaktadır.
Dil
Türk halk şiirinin süsten uzak dil yapısı onu daha anlaşılır daha hayatın içinden ve özünden bir parça olarak okumamızı sağlamaktadır. Nitekim bu özellikleri Karacaoğlan’ın şiirlerinde etkili bir şekilde görmekteyiz. Pertev Naili Boratav bu konu hakkında şöyle bir tespitte bulunmaktadır: “Karacaoğlan’ın şiirlerinde zamanın tarihi hadiselerine, zaman ve mekan şartlarına tam bir realizm ile bağlanmış örnekler, XIX. asırda yaşamış şair hemşerisi Dadaloğlu’na göre az ölçüdedir. O şiirini daha mücerret, daha üniversal yapabiliyor: “Karacaoğlan’da konuşan, her şeyden evvel bir insandır. Dil ve üslup onu bir Türk şairi yapıyor; lehçe hususiyetleri, elbiselere, adetlere ait teferruat, dağ, yayla, şehir adlarının etrafında işlenmiş motifler de onu Toroslar’ın ve Güney’in bir şairi yapıyor. Onun şiirlerine, gerçekten, seyrangahı olan dağların, yaylaların, ovaların engin duygusu sinmiştir.” (3)
Bilgi
Pertev Naili Boratav, Bulgaristan doğumlu Türk halk bilimcisi, halk edebiyatı ve folklor araştırmacısıdır. Fransada vefat etmiştir.
Türk dilinin bir sanat hüviyeti kazanmasında Pertev Naili Boratav’ın dikkat çektiği husus bilhassa önemlidir. Dil ve üslup bir şairin Türklüğünü belirler ki bu da Karacaoğlan’da fazlasıyla mevcuttur. Onun şiirlerindeki dili üç ana başlık altında tasnifleyebiliriz: Arapça ve Farsça kelimelerin ağır bastığı şiirler, sade ve yaşayan Türkçeyi yansıtan şiirler, bu ikisi arasında kalmış şiirler. (4)
Her ne kadar Karacaoğlan’ın şiirleri sade ve yaşayan Türkçeyi yansıtsa da Arapça ve Farsça kelimelerin ağır bastığı şiirleri de çoktur. Bu ikisi arasında kalmış şiirleri saptamak zordur. Dilin devinimsel yapısı da göz önünde bulundurulduğunda bu tip değişimlerin ve dil sapmalarının yaşanması olağandır. Bunun yanında şiirlerinde yerel ağız ve şivelerin bulunması Karacaoğlan’ı bir yerin yerlisi olarak görmemizi gerektirir ki bu da çok doğru çıkarım yapmamızı engeller.
Başta saz şairlerinin gezgin olduğunu göz önünde bulundurmak gerekirse bu tip ağızların Karacaoğlan’da yer edinebilmesi için belli bir süre bir yörede kalmasını gerektirir ki bu da yukarıda da verdiğimiz bir şiirinden anlaşılacağı üzere zorlama olacaktır. Bu ağız ve şivelerin oluşma sebebi sözlü kültür ile birlikte yayılarak değişmesi veya cönkleri hazırlayan şairlerin kendi ağızları sebebiyle şiirleri öyle kaydetmesi bu duruma sebep olmuştur.
Karacaoğlan şiirindeki dil çeşitliliği aynı zamanda Türkçenin de zenginliğini göstermektedir. Kalıplar, deyişler, mezmurlardan da fazlasıyla yararlanması bu zenginliğin bir göstergesidir. Kendine has mecaz ve benzetmelerle süsler şiirini. Kimi şiirlerinde ise eş anlamlı veya yakın anlamlı kelimeleri birlikte kullanmış tekrara düşmüştür. Bazı Türkçe kelimelerin Arapça karşılığı da aynı şiir içerisinde kullanılmıştır. Özetle, Karacaoğlan bütün bir Türk coğrafyasının dilini şiirlerinde yansıtmıştır. Örnekleyerek bu bölümü bitirelim.
Sık tekrar eden yabancı kelimeler: Bahs, hub, hilal, amel, seyran, dide, sıdk, melül…
Ağız ve şive özelliği gösteren kelimeler: diyon, ediyon, sarabilin mi? gülmezem, silmezem, dönmezem, yetüptürüz, atıpturuz, öticek, kaldurmaduğa…
- Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm Şiir İncelemesi
Vara vara vardım ol kara taşa Hasret ettin beni kavim kardaşa Sebep ne gözden akan kanlı yaşa Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Nice sultanları tahttan indirdi Nicelerin gül benzini soldurdu Nicelerin gelmez yola gönderdi Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Karac’oğlan der ki kondum göçülmez Acıdır ecel şerbeti içilmez Üç derdim var birbirinden seçilmez Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
Bu şiir üzerine konuşmadan önce şiirin bizim medeniyetimizde hangi noktalara tesadüf ettiğini anlamamız gerekmektedir. Öncelikle Halk ve Divan olarak ayırdığımız şiirin ne olduğunu açıklamaya çalışalım. Genellikle ortaokul yıllarından üniversiteye kadar yapılan bu tasnif bizim Türk şiirine bakışımızı kalıplaştırmaya ve onun hakkında derli toplu bir söz söyleme yaradığı varsayılır.
Klasik edebiyatımızı Halk ve Divan olarak ikiye ayırmak bir bakışın ürünüdür. Biraz Koministçe bir bakış. Divan Edebiyatı, yüksek zümreye güya Halk Edebiyatı da sıradan, işçi halkın bir edebi ürünü olarak zannedilmektedir ki bize göre bu adlandırma yanlışlıklarla doludur. Kendi içinde belirli dil, şekil, imge kıstaslarına dayanarak bu tasnife gidilmiştir. Ancak edebiyatın her alanında bir söz söyleme gayretinde bulunmak “Yüksek Zümreye dahil olmak” demektir. Şiir türünün kuşatıcı bir tür oluşu bize onu söyleme yolundaki sairlerden birinin de yüksek zümreden olmayı gerektirdiğini bilmemiz gerekir. Şiirin farklı okuyucu kitlelerine hitap etmesi onu bir diğerinden yüksek yapmaz. O zaten yüksek bir olgudur. Okuyucu profillerinin değişmesi yahut kullanılan dilin farklılaşması onu bir yere ait yapmaz. Şiir bir jargon değildir iklimdir. Sonuç olarak bu tür sınıflandırmalar üstünkörü bir bakışın ürünü olarak geçiştirilmiştir.
Şimdi karşılaştığımız şiir, üniversitelerin bir yarıyıl öğretim süresinde işlenebilecek niteliktedir. Şiirin şerh edilemez bir ürün olduğunu yalnızca ona bir yol ile bakılabileceğini düşünenlerdenim. Okuyucu, şiire hangi zaviyeden bakıp alımlıyorsa şiir o’dur. Tek bir yol üzerine yani şerh üzerine şiirin anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Buradan hareket ederek bu şiir üzerindeki hükümlerimin bana ait olduğunu ve kimsenin bu daraltılmış çerçeveye uyup sığ kalmamasını salık veririm. Şiir o’dur ki kendini yaşata.
Türk şiirinin modernleşmesini Tanzimat Dönemi ile başlatan yaygın bir görüş vardır. Bu teknik bakımından hatalı ve bir uyarlama endişesinden doğmuş bir fikirdir. Çünkü 19. Yüzyılda Batı, modernizmini teknik hususiyetleri bakımından yaşarken edebi modernleşmesini bitirmiş kemale eren türün üzerine eserler vermekteydiler. Türk edebiyat modernizminin öncül ve ardıllarını irdelemeden Tanzimat ile modern şiiri başlatmak birtakım problemlere yol açmaktadır. Edebiyat modernizminin öncüllerinden en önemlisi Goethe ve Dünya Edebiyatı Cumhuriyeti’dir. Buna göre bir şiirin modern ve aynı zamanda Dünya Edebiyatı Cumhuriyetine dahil olması için birtakım kıstasları vardır:
- Türün kemale ermesi,
- Dilin kemale ermesi,
- Milli bir bilincin oluşması
İş bu maddeler üzerinden Alman şiirini Dünya Edebiyatında dolaşıma sokan Goethe’nin serüvenini anlamak sanıyorum bizim içinde yol gösterici olacaktır. Almanya’da Herder ile başlayan milli tarih ve dil bilinci Goethe’nin kendi edebiyatı içerisinde bir yer bulmuştur. Denilebilir ki Herder, Goethe’nin teoride hazırlayıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bilgi
Herder; Polonya doğumlu, Alman filozof, dinbilimci, şair ve edebiyatçıdır. Tarih felsefesi’nin bir anlamda kurucusu sayılabilecek olan Herder Almanya’da hayata gözlerini yummuştur.
Goethe, Doğu-Batı Divanı’nı hazırladığı dönemde kendi kültürünün şiirini özümsemişti. Dünya Edebiyatı’na giden yolda bütün bir dünyaya seslenmesi gerektiğini biliyordu. Hint ve Çin edebiyatına kadar uzanan bir okuma serüveni oldu. Ancak ona Doğu’da Hafız’ın Divanı eşlik edebildi. Dolayısıyla hazırlanan zemin onun Dünya Edebiyatı’na ulaşması yolunda bir fırsat sundu ve böylelikle Alman şiirini dünyada dolaşıma sokabildi. Goethe’nin bu serüveni milletlerin edebiyatında dünyaya açılan bütün eserlere uyarlanabilir niteliktedir. Nitekim modern şiiri Batı Homeros’un İlyada ve Odessa destanından bu yana Dante’nin İlahi Komedyasına oradan Ezra Pound’a kadar getirir.
Bu şiirler incelendiğinde Modern şiir ile ilgili olarak söylenmesi olağan bir durum ortaya çıkmaktadır: Modern şiir, ontolojik bir problem olarak meydana gelmiştir. Varlık problemi modern şiirin varlığını ortaya koymasındaki en büyük etkendir. Halk edebiyatında da yukarıda da bahsettiğimiz üzere kişilerin bulunması bu ontik probleme dikkat çeker. Dolayısıyla Tanzimat ile başlatılan modern şiirimiz bir anda tezahür etmediğini aslen Karacaoğlan ile bu modern şiiri başlatmamız gerektiğini söylüyorum.
Yukarıda bahsettiğimiz kıstasların verdiğimiz şiir ile örtüştüğü görülmektedir. Bu yüzden Karacaoğlan, bir Türk şairidir ve Modern şiirimizin başlangıcı niteliğinde karşımıza çıkmaktadır. Modern şiirin bir ayırt edici hususu da hem ulusal hem de uluslararası niteliklerini aynı anda kendi içinde barındırmasıdır. Bu şiirde söyleniş bakımından bir Türk felsefesi yatmaktadır. Aynı zamanda evrensel bir hitabı ve alıcısı da vardır. Teknik bakımından oldukça kavi bir şiirdir.
Özetleyecek olursak, Karacaoğlan’a bir de bu zaviyeden bakılması gerektiğini düşünüyorum. Onun Türk diline sanat hüviyeti kazandıran tonlar ataması ve bunu lirikaliteyle birlikte yapıp teknik bakımından kusursuz bir şekilde söylemesi modern şiirin büyük bir göstergesidir.
- Sonuç Olarak
Karacaoğlan, Türkçenin bir sanat dili hüviyeti kazanması yolunda şiiriyle bunun en güzel örneklerini vermiştir. Modern şiirimizin başlangıcı sayılabilecek nitelik ve özelliklere sahiptir. Şiiriyle yaşadığı çağa damgasını vurarak bir varlıktan değil hafızalarda bir Karacaoğlan imgesinden bahsedilebilmektedir. Bu çalışma Karacaoğlan’a farklı bir zaviyeden bakmayı öngörmektedir.
KAYNAKÇA
1- Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2018, s.151
2- Mustafa Necati Karaer, Karacaoğlan Hayatı ve Bütün Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2021, s.66
3- Pertev Naili Boratav, Folklor ve Edebiyat, Adam Yayınları, İstanbul, 1982, s. 29
4- Mustafa Necati Karaer, Karacaoğlan Hayatı ve Bütün Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2021, s. 45
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümünde okumaktadır. İLEM I. Kademe öğrencisidir. Hikaye ve edebiyat yazıları, Olağan Hikaye ve Sütun dergisinde yayınlandı. Hali hazırda Olağan Hikaye‘nin yayın kurulunda görev yapmaktadır.